‎‎ ‎‎ ‎Aydınlığa, Özgürlüğe, Mutluluğa IŞIKLI YOL ‎ ‎‎ ‎‎ ‎‎ ‎‎ ‎‎ ‎‎ ‎‎ ‎‎ ‎‎
Transit umbra, lux permanet - Gölge gider, ışık kalır.

IŞIKLI YOL
Aydınlığa, Özgürlüğe, Mutluluğa









Engin Bellisan

‎ ‎‎ ‎

ESKİ İNANÇLARIN GÜNCEL YANSIMALARI
‎ Engin Bellisan

‎ ‎

GİRİŞ

SemaviDinler
Bu çalışma, semavi dinler denilen (kitaplı) Musevilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık ‎dinleri ile eski inanç sistemleri ve evrenin sırlarını inceleyen hermetizm, ‎kabbala, epifani ve tasavvufun kaynağı olduğu ileri sürülen Eski Türk Dini ve ‎Şamanizmin günümüzdeki etki ve yansımalarının özetidir.
I ve II. Bölümde bilimsel veriler açısından Şamanizm ve Eski Türklerde İnanç ‎Sistemi, III. Bölümde ( bir diğerinden ayrı olmadığı varsayımıyla ) ilk iki ‎bölümün ezoterik bir bakış açısıyla yorumu ve semavi dinler üzerindeki etkisi, ‎IV. Bölümde ise Eski Türk İnanç Sisteminin günümüzdeki yansımaları yer ‎almaktadır. Asıl konumuz olan IV. Bölümün iyi anlaşılabilmesi için, ilk üç bölüme ‎yer verilmesi gerekli görülmüştür.
‎ ‎

1.DİN

Din, kişinin kutsalla ilişkilerini belirleyen inançlar ve dogmalar bütünüdür. Din ‎kişinin, alın yazgısına bağlı gördüğü üstün bir güç ya da ilkeye inancıdır ; bu ‎inancın sonucu olan bir yaşama kuralı yaratabilecek zihinsel ve ahlaksal ‎tutumdur. Din, bir yandan, insanların anlayamadıkları, alın yazgılarını bağlı ‎gördükleri ve karşısında güçsüz kaldıkları doğa ve toplum olaylarını üstün ‎güçlerle açıklama eğilimlerini, bir yandan da, bu nitelikteki tasarımların, ‎kurallar, kurumlar, törenler v.b. biçimlerde örgütlenmesini belirtir.İslam ‎düşüncesine göre din duygusu, insanda doğuştan varolan sağduyudan kaynaklanır. ‎ İnsan, Tanrı’nın yeryüzünde varlığını gösteren kanıtlara bakarak yaratıcısını, ‎yani Tanrı’yı bulur. Dinin gerçek kurucusu Tanrı’dır. Peygamberler, insandaki din ‎duygusunu geliştirmekle, Tanrı’nın çeşitli yollarla onlara bildirdiği din ‎gereklerini yaymakla görevli kişilerdir.
‎ ‎

2. ESKİ DİNLER NASIL DOĞDU

‎ Dinlerin nasıl ortaya çıktığına yanıt verebilmek için çok uzak geçmişe eğilmek ‎gerekir. Uzak geçmiş, arkeologların ve tarih öncesini inceleyen tarihçilerin ‎araştırmalarından ortaya çıkabilir. Diğer bir kaynak da, Taş Devri’nde hatta ‎daha öncesinde kalmış yaşayış ve düşünüş biçimlerinin, günümüzde hala tarih ‎öncesindekine benzer bir yaşam süren ve “ilkel” olarak nitelendirilen az sayıdaki ‎topluluk kalıntılarıdır.
Evrimcilik yandaşları, aralarında küçük noktalarda ayrılmalarına rağmen, genel ‎olarak ana çizgide birleşirler. Evrimcilere göre insan, düşüncenin ilk aşamasında ‎kişisel bir tanrı tasarlayabilme yeteneğinden yoksundur: Bu cancılık dönemidir. ‎Bu dönemde her çeşit doğa olgusunda, göktaşlarında, kayalarda, ağaçlarda, ‎çağlayanlarda, şimşekte, hayvanlarda, kanda, ay ve güneş tutulmalarında, yaşlı ‎adamlarda, kadınlarda, cinsel yaşamın belirli durumlarında, sara hastalığında v. ‎b. birçok şeyde değişken ölçüde, eşit olmayan bir güçte kendini gösteren, ‎belirsiz, korku verici, güçlü ve gizine erişilmeyecek bir “güc”e inanış vardır. Bu ‎yavaş yavaş, irili ufaklı ruhlara inanmaya ve bir çeşit çoğulcu kişiliğe dönüşen ‎ilkel bir panteist “tekçilik”tir. Buradan çok tanrıcılığa geçilir.
‎ Evrimcilerin karşısında yer alan karşı evrimcilere göre ise, insanlar en ilkel ‎dönemde bile “bir tek” iyi tanrı düşüncesini taşımışlardır; cancılık ve çok ‎tanrıcılık, bu ilk ve özgün inancın çöküşü sonucunda ortaya çıkmıştır. Bu tezin ‎savunulması olanaksız değildir; çünkü, ilkel toplulukların, özellikle Pigme’lerin ‎arasında, basit ve kaba bir biçimde de olsa, tektanrıcılığın bulunduğuna ilişkin ‎deliller vardır. Gene bazı ilkel kabilelerde görülen “Ulu Tanrı”ya inanışın da, bu ‎tür tek tanrıcılığın kalıntısı olduğu açıktır. Fakat ilkel topluluklarda “Ulu Tanrı”, ‎çoğunlukla geri plandadır: Ona tapılmaz, erkek ya da kadın olabilir.
‎ Şimdi; kendisinden sonraki inanışları, dinsel düşünceleri, tek tanrılı ( semavi ) ‎dinleri etkilediği ileri sürülen Şamanizm’i ve Eski Türklerin dinlerini, bugüne ‎kadar yapılmış araştırmalardan elde edilen bilgiler ışığında ele alalım :
‎ ‎

I. BÖLÜM:ŞAMANİZM VE ŞAMAN

Şamanizm, ata ruhlarına, doğa varlıklarına tapınmaya dayanan eski bir Asya ‎dinidir. Şamanlığın ne zaman ortaya çıktığı, ne gibi değişiklikler geçirdiği kesin ‎olarak bilinmemektedir. Ancak, en eski Çin kaynaklarından edinilen bilgilere ‎göre, şamanlığın önce Orta Asya Türkleri arasında ortaya çıktığı, sonradan öbür ‎Türk boyları arasında yayıldığı ve zaman içinde derli toplu bir Türk dini niteliği ‎kazandığı kabul edilmektedir.
‎ Tarih ve din bilimi açısından, Şamanizmin doğuşu ve kaynağı gibi, şaman” ‎sözcüğünün de nereden geldiği, nasıl bir anlam taşıdığı kesin olarak ‎belirlenememiştir. Bu konuda üç farklı görüş öne sürülmektedir ;
  1. Şaman kavramı, Hindistan’daki Pali dilinde “ruhlardan esinlenen kişi” ‎anlamına gelen şamana sözcüğünden türemiştir,
  2. ‎ ‎
  3. Şaman kavramının kaynağı, Sanskritçe’de “buddhacı rahip” anlamına gelen ‎şamana sözcüğüdür,
  4. ‎ ‎
  5. Şaman kavramı, Mançu dilinde “oynayan zıplayan, bir iş görürken sürekli ‎olarak hareket eden” anlamındaki şaman kavramından gelir.
Şaman, Gök-Tanrı tarafından bu göreve getirildiğine (güçlerle donatıldığına), ‎Tanrı ile insanlar arasında aracı olduğuna, bazı tanrısal nitelikler, gizli bilgiler ‎taşıdığına inanır.
‎ Şaman her şeyden önce, kendi özel yöntemiyle ulaştığı “kendinden geçme” (vecd) ‎durumunda, ruhunun göklere yükselmek, yeraltına inmek ve oralarda dolaşmak ‎için bedeninden ayrıldığını hisseden bir “aşkınlık” (trans) ustasıdır. Bütün ‎şamanların derin sezgileri, geniş düş güçleri vardır. Derin bir coşkunluğa ‎kapılarak kendinden geçer, bütün gökleri, yeraltı dünyasını gezdiğine, ruhların ‎yaşayışlarını gördüğüne, bütün gizli alemleri dolaştığına inanır. Şaman vecd ‎sırasında, ruhları egemenliği altına alarak, ölüler, doğa ruhları (cinler-periler) ve ‎şeytanlarla ilişki kurar. Böylece ruhlar ve tanrılar dünyasıyla doğrudan ve somut ‎ilişkilere girişen şaman, bir çok ruha sahip olur. Çoğunlukla hayvan biçiminde ‎düşünülen söz konusu ruhlar, Sibirya halklarında ve Altay’larda ayı, kurt, geyik, ‎tavşan, çeşitli kuşlar, (özellikle kartal), baykuş, karga suretinde görünebilirler. ‎Ayrıca, büyük böcek, ağaç, toprak, ateş olarak ta ortaya çıkabilirler. Şaman, ‎gerektiğinde bütün yardımcı ruhları dünyanın dört bucağında bile olsalar ‎çağırabilir. Bu çağrıyı davulunu veya tefini çalarak yapar.
Şamanlık sonradan kazanılan bir görev değildir; şaman olacak kimsenin, bir ‎şamanın soyundan gelmesi gerekir. Şaman olmak için gerekli belirtileri taşıyan ‎çocuk, belirli bir yaşa gelince eski bir şamanın eğitimine bırakılıp gerekli ön ‎bilgileri edinir. Şamanın denetimi altında bir sınavdan geçtikten sonra şamanlık ‎yetkisi alıp dinsel tören, bayram şöleni, kurban töreni, dua okuma v. b. görevlere ‎başlar. Şaman bu görevler sırasında ; her parçası, üzerine takılan her maddesi, ‎her şekli ayrı bir varlığın sembolü olan garip (özel ) giysiler, külahlar giyer, ‎maske takar ve yine özel bir şekilde hazırlanmış davulunu ya da tefini çalar. ‎Kendinden geçinceye, başka bir deyişle, tanrılarla ve ruhlarla temas sağlayıncaya ‎kadar zıplar, sıçrar, garip sesler, hayvan sesleri çıkarır, söylenir, yalvarır, ‎yerlerde sürünür, bazen de bayılarak düşer. Şamanın okuduğu “hayır dualar”a ‎alkış denir, şamandan alkış alan bir kimse dileklerinin yerine geleceğine ‎inanır.
‎ Bu konularda en ciddi çalışmalar yapan araştırmacılar ; Orta ve Kuzey Asya ‎topluluklarında dinsel yaşamın daha çok “şaman” çevresinde yoğunlaştığını, fakat ‎bu durumun bütün dinsel etkinlikleri şamanın yönettiği anlamına gelmediğini, ‎bazı yerlerde tanrılara kurban sunucuların “şaman” olmadıklarını, aile reislerinin ‎bile bu işi yapabildiklerini, her sihirle uğraşanın “şaman” sayılmadığını, hastalara ‎şifa vermenin şamanlığın temel özelliklerinden biri olmakla birlikte, her şifa ‎sunucunun da şaman olmadığını öne sürmektedirler.
‎ Şamanizmde tanrılar “iyilik” ve “kötülük” tanrıları olmak üzere ikiye ‎ayrılmaktadır. Ruhlar da tanrılar gibi iyi ve kötü ruhlar olarak vasıflandırılırlar. ‎Eski Türkler’de iyi ruh Bay Ülgen, kötü ruh Erlik diye adlandırılmıştır.Bay ‎Ülgen aynı zamanda iyi ruhların başında bulunan, onlara emir veren bir ‎tanrıdır.
‎ Şamanizmde törenler de genel olarak ikiye ayrılmaktadır ; belirli günlerde ‎yapılanlar veya önceden belirlenmemiş törenler. Bu törenlerde, çeşitli halkların ‎inanç, gelenek ve göreneklerine göre farklılıklar olmakla birlikte mutlaka kurban ‎adeti vardır. At ve koyun dışında kan akıtılarak sunulan kanlı kurban ‎bilinmemektedir. Kutsal sayılan bir yere bir değere bir şey sunmak, eşya ‎adamak, şamanın davuluna, kutsal ağaçlara bez bağlama ; çeşitli maddelerden ‎yapılan tanrı tasvirlerine (töz, ongon, tangara, eren ) yemek sunma, ateşe içki ‎dökme ya da atma kansız kurbandır. Kansız kurbanların bir başka biçimi de ‎ruhlara adanıp kırlara salıverilen hayvanlardır. Şamanlıkta kurbansız tören de, ‎törensiz kurban da yoktur.
‎ Şamanizmin bütün çeşitlerinde tanrı-doğa-insan arasında sürüp giden kopmayan ‎bir bağlantının bulunduğu inancına rastlanır. Bu yaygın inanca göre tanrılar ‎insanları yönetimleri altındaki ruhlarla etkilerler: Bir tanrı insana doğrudan ‎buyruk göndermez, gerekli yasakları koymaz. Bütün tanrılar çeşitli maddelerden ‎yapılan eşyalarla tasvir edilir. Bunlar bazı yerlerde altından, keçeden, ‎paçavradan yapılmış olabilir.
‎ Şamanlığın başka bir özelliği de edebiyat alanındaki etkisidir. Orta Asya ‎halklarından Buryatlar arasında şamanlar zengin bir sözlü destan edebiyatının ‎koruyucuları olmuşlardır. Yakutlar’da halkın kullandığı sözcük sayısı 4000’i ‎geçmezken şamanların sözcük dağarcığı 12. 000’dir.
‎ Sonuç olarak şamanlık bir dinden çok, temel ilkesi ruhlara, cinlere, perilere emir ‎vermek, gelecekten haber almak düşüncesi olan bir çeşit sihirdir. Eskiçağ ve ‎Ortaçağ’daki çok yaygın olan sihirlerden farkı, onların kişisel olmalarına karşılık, ‎şamanlığın başta Orta Asya ve Kuzey Asya halkları olmak üzere, Tunguzlar’da, ‎Moğollar’da, Mançular’da, Laponlar’da, Eskimolar’da, Vogullar’da, Ontiyaklar’da, ‎Samoyedler’de, Kafkaslar’da, Hindistan’da, Çin’de, Japonya’da, Endonezya’da, ‎Malezya’da, Polinezya’da, Avustralya’da, Büyük Okyanus’un öbür adalarında, ‎Alaska’da, Grönland ve İzlanda’da, Kuzey Amerika’da, Guyana’da, Amazon ‎bölgesinde ve Afrika’nın birçok yerinde ( ufak tefek ayrılıklar bir yana) temel ‎ilkeler değişmemek koşuluyla az yada çok kalabalık “cemaat’ın bulunmasıdır.‎ ‎

II. BÖLÜM: ESKİ TÜRKLERDE İNANÇ SİSTEMİ VE DİN

Gök_Tanrı_İnancı Eski Türkler’in dini, Gök-Tanrı dinidir. Gök-Tanrı düşüncesinin, toprağa ‎yerleşmiş topluluklardan daha çok avcılık, çobanlık ya da hayvancılıkla geçinen ‎göçebe topluluklara özgü olduğu bilindiğinden, bu inancın kökeni, Asya ‎bozkırlarına bağlanmıştır. Türk tarihi ve kültürüyle ilgili araştırmalarıyla ‎tanınmış bilim adamlarına göre Gök-Tanrı inancı bütün Türklerin ana kültüdür. Bu ‎kült, Hunlar, Tabgaçlaı, Göktürkler, Uygurlar gibi eski Türk topluluklarında inanç ‎sisteminin başında yer alır.
‎ Orhun yazıtlarında, Türk Tanrı inancının temelleriyle ilgili bazı bilgilere ‎rastlanmaktadır. “Tonyukuk yazıtında birçok kez adı geçen Tangri ya da Tengri”, ‎daha çok “ulusal” bir tanrı niteliği taşır: Göktürkler’in Çin’den ayrılarak bağımsız ‎bir devlet kurmaları (680-682), Tengri’nin isteğiyle gerçekleşmiş kabul edilir; ‎Hakan’ı Türklere Tanrı vermiş, halk hakanı terk edince Tanrı tarafından ‎cezalandırılmıştır. Yani Tanrı Türk ulusunun hayatı ve geleceği ile ilgilenen bir ‎ulu varlık durumundadır.
Mete_Han Gök-Tanrı ( Kök-Tengri) kavramının eski Türk inanışında önemli bir yer tuttuğu ‎konusunda daha somut örnekler de vardır: Hun Hakanı Mete(İ. Ö. 170 ‎dolaylarında) Çin hükümdarına yazdığı bir mektupta, kendisini tahta Gök-‎Tanrı’nın çıkardığını bildirmiş, Gök’ün yardımıyla ve kendi askerlerinin ve ‎atlarının çabalarıyla çevresindeki 26 devleti ve ( Gansu’dan kuzey Tibet ile batı ‎Türkistan’a kadar uzanan bölgede ) bazı halkları yenerek Hun’laştırdığını ‎belirtmiştir. Görüldüğü gibi, günümüze kalan belgelerde, devletin başına kağanı ‎Gök’ün getirdiği belirtilmiş, devletin ve insanların yönetimi de Gök’e mal ‎edilmiştir: Tanrı Türk’ün yaşamına doğrudan karışır, buyruklar verir, iradesine ‎boyun eğmeyenleri cezalandırır, insanlara bağışladığı iktidar (kut) ve kısmeti ‎‎(ülüğ) değerini bilmeyenlerden geri alır. Şafak söktüren (tan üntürü) ve bitkileri ‎oluşturan da “Ulu Tanrı”dır. O, yaşam verici ve yaratıcıdır, ölüm de Tanrı’nın ‎iradesine bağlıdır.
‎ Bütün bu inanışlar, Gök-Tanrı’nın “eşi ve benzeri olmayan, insanlara yol ‎gösteren, onların varoluşuna hükmeden, cezalandıran ve ödüllendiren bir ulu ‎varlık olduğunu” ortaya koymaktadır.
‎ ‎“Eski Türk inanç sisteminin Gök-Tanrı dışında bir başka özelliği de Atalar ‎Kültüdür”. Ölmüş atalara saygı, onlar için kurban kesilmesi, ataerkil ailede baba ‎egemenliğinin belirtisi sayılmaktadır. Asya Hunları’nda her yılın mayıs ayı ‎ortalarında atalara kurban sunulduğu bilinmektedir. Eski Türkler’de en büyük ‎kurban, bozkırlı Türk’ün kutsal bir duyguyla benimsediği “at”tır. Eski Türk ‎bölgelerinde özellikle Altay’lardaki kurganlarda birçok at iskeleti bulunmuştur. ‎Atalarla ilgili kalıntıların kutlu sayılması, mezarlara yapılan tecavüzlerin sert ‎şekilde cezalandırılmasından da anlaşılmaktadır : Batı tarihçilerine göre ‎Attila’nın ikinci Balkan seferinin nedenlerinden biri, Hun hükümdar ailesine ait ‎mezarların Margus ( Belgrat dolaylarında, Tuna kıyısındaki kent-kale ) piskoposu ‎tarafından açılarak soyulmasıdır. Hunlar’ın büyük bir hakaret saydıkları bu işe ‎piskoposu sevk eden etken, eski Türkler’in erkek ölüleri silah ve değerli ‎eşyalarıyla; ölen başbuğları altın ve gümüş koşumlu atlarıyla; kadınları da süs ‎eşyaları ve mücevherleriyle birlikte gömmeleriydi. Bunun nedeni, Eski Türkler’in, ‎öbür dünyada ikinci bir hayatın varlığına ve ruhların sonsuza kadar yaşadıklarına ‎inanmalarıydı.
‎ Eski Türkçe’de (Göktürkçe, Uygurca) “ruh” için can anlamına gelen “tin” sözcüğü ‎kullanılıyordu. Bu aynı zamanda “soluk” demekti. Ölüm, soluğun kesilmesi, ruhun ‎bedenden ayrılıp uçması biçiminde düşünülüyordu. Bu yüzden de bazen “öldü” ‎yerine “uçtu” denir, ruhları öbür dünyaya göç eden ataların, orada rahatsız ‎edilmemeleri, iyi yaşamaları gerektiğine inanılırdı. Bu nedenle Eski Türkler’de ‎mezarları gizleme geleneği yoktur, aksine özellikle büyüklerin özel mezarları ‎yapılıp, üzerlerine bir yapı (bark)yapılmış, barkın iç duvarları ölünün yaşarken ‎katıldığı savaş sahnelerini gösteren resimlerle süslenmiştir. Ayrıca mezarın ya ‎da mezar yapısının üstüne “balbal”lar dikilmiş, sıradan kişilerin mezarlarına da, ‎belirli olması için tümsek biçimi verilmiştir.
‎ Eski Türkler’de “ruh”ların insan biçiminde düşünülmesi söz konusu olmadığı için, ‎tapınmaya ilişkin putlara da rastlanmaz. Türkler gizli güçleri olduğuna inandıkları ‎doğa olgularına kutsallık vermekle yetinmişlerdir. Doğada gizli güçlerin ‎bulunması inancı, Orhun yazıtlarında “yer-su” (yarsub) terimiyle yansıtılmıştır. ‎Bu açıdan yer-su “kutsal” sözcüğüyle nitelendirilmiştir. Genellikle bu tür ‎inançlarda maddi yaşam koşullarının, ekonomik ve toplumsal etkenlerin rol ‎oynadığı kabul edilmektedir. Orhun yazıtlarında, Türkler’in yararına çalışan ‎manevi güçler anlamında kullanılan yer-su sözcüğüne oldukça sık rastlanır. Eski ‎Türkler’de kutsallık “ıduk” kavramıyla dile getirilmiş, özellikle Göktürkler’de ‎sular, dağlar ıduk sayılmlştır. Her boyun her obanın bir kutsal dağı olmuş, bu dağ ‎ıduk olarak benimsenmiştir.
‎ Gök-Tanrı’ya sunulan bütün kurbanlar, adaklar ilgili dağa götürülerek orada ‎törenle, şölenle gereği yapılmıştır. Orta Asya Türkleri arasında en yüce, en ‎kutsal sayılan dağ “Ötüken”dir. ÖtükenDağı Ötüken yalnız dağ değil aynı zamanda bir ‎ormandır. Türkler ona büyük saygı göstermiş, adaklar sunmuş, kurbanlar ‎kesmişlerdir. Kurban, iyi ruhların sembolü ve yerinin gökyüzünde olduğuna ‎inanılan “Bay Ülgen” için kesilmişse başı “doğu”ya, kötü ruhların sembolü ve ‎yeraltında olduğuna inanılan “Erlik” adına kesilmişse “batı”ya çevrilir.
‎ Dağların yanı sıra bazı tepeler, ormanlar, sular, ateş, gök gürültüsü, ay ve güneş ‎de kutsal sayılmıştır: Bizans elçisi Zemakhos Orta Asya’da Batı Göktürk sınırına ‎vardığında, Türkler’in onu ve arkadaşlarını alevler üstünden atlatarak kötü ‎ruhlardan arındırdıklarını belirtmiştir. Hunlar döneminde güneş, ay, yıdız ‎kültleri (daha sonra 6. – 8. yy.larda Türk toplulukları arasında değerlerini ‎yitirmişlerdir) de rol oynamıştır; Hun hükümdarı her sabah doğan güneşe, gece ‎de dolunaya saygısını belirtirdi. Ayrıca Gök-Tanrı’nın yanı sıra yer de büyük ‎önem taşımıştır. Ancak, eski Türk belgelerinde geçen “yer” sözcüğüyle toprağın ‎kastedilmediği, tanrısal gücün öğelerinden biri olarak “yer”i, tanın kültürüne ‎bağlı topluluklardaki “toprak tanrısı” ile karıştırmamak gerektiği. Eski Türk ‎dinine göre “yer”in de Tanrı tarafından yaratılmış olduğu araştırıcılar tarafından ‎belirtilmektedir.
‎ ‎

1. YARADILIŞ EFSANESİ

Sümerlerde Yaradılış Orta Asya Türkleri’nin yaradılış efsanesine göre, tanrıların en yükseği, ‎insanoğlunun atası olan Tengere Kayra Han (ya da Bay Ülgen), “kişi”yi, onun ‎aracılığı ile de yeryüzünü, dağları, vadileri yaratmış; “kişi”nin kendisine baş ‎kaldırması üzerine, ona “Erlik” adını vererek ışık evreninden yeraltı atmış, ‎yerden dokuz dallı bir ağaç büyüterek her dalında bir cins insan yaratmıştır. ‎Orhun yazıtlarında da, Türk evrendoğum inanışı hakkında: “Yukarıda mavi gök, ‎aşağıda yağız yer yaratıldığında, ikisi arasında insanoğlu yaratılmış” cümlesine ‎rastlanmaktadır. (Uze Kök Tengırü, asra yağız kılındıkta, ikin ara kişioğlu ‎kılınmış). Bu cümleden bazı araştırmacılar, Kök Tengri deyimiyle bir tek yüce ‎Tanrı’nın değil, doğrudan “mavi gök”ün kastedildiğini; Kök Tengri deyimiyle “Ulu ‎Tanrı” kastedilseydi, “yaratanın da aynı zamanda yaratılmış olması” gibi ‎çelişkinin söz konusu olacağını belirtmektedirler.
‎ ‎

2. KIYAMET

kiyamet.png Altaylar’da dünyanın sonlu olduğu günün birinde yıkılacağı inancı vardır. Bu inanca ‎göre, yeryüzü yaşamı sürekli değildir; günün birinde sona erecek ve insanlar, ‎hayvanlar, bitkiler yok olacaktır. Bu sona doğru insan soyunda azalma başlayacak, ‎suçlar çoğalacak, günahlar alıp yürüyecek, insanlarda tanrı korkusu kalkacaktır. ‎İyilik simgesi Bay Ülgen’le, kötülük simgesi Erlik arasında oluşacak büyük savaşın ‎sonunda, Bay Ülgen dışında bütün savaşanlar ölecektir. Bay Ülgen bütün ‎canlıların öldüğünü, yeryüzünde kendisinden başka kimse kalmadığını görünce ‎‎“kalkın ey ölüler” diye bağıracak, bu çağrı üstüne bütün ölüler yattıkları yerden ‎kalkacaktır. Şaman inancındaki “insanların yeniden dirilmesi” anlamına gelen ‎‎“kalkancı çağ” (kalıcı çağ) budur.
‎ ‎

3. TEK TANRICILIK MI?

‎ Bugüne kadar ele geçen belgeler ve yapılan araştırmalara göre, Gökün Türk inanç ‎sisteminde en önemli yer aldığında birleşilmiştir :
‎ Hunlar’ın dininde, insanların yaşamını etkileyecek yüksek varlıklar ( kutsallar ) ‎bulunması yanı sıra, bunlara dua etme, kurban verme ve törenler düzenlemeden ‎oluşan bir kült söz konusudur; en çok Gök’ten söz edilmekte, en önemli nitelik ve ‎görevler ona yüklenmekte, yalnızca O’nun buyruklarına uyulması gerektiği ‎belirtilmektedir. Ancak, belgelerin eksikliğinden dolayı Gök’e tanınan bu ‎önceliğin gerçek bir tektanrıcılık olup olmadığı aydınlatılmamıştır.
‎ Eski Türk dini, güneş, ay, yıldızlar yerine Gök’le simgelenen “Tanrı” inancına ‎dayanmakta, diğerleri ikinci derecede kutsal sayılmaktadır. Dolayısıyla Gök-‎Tanrı dini Türkler’e özgü bir inanç sistemi olduğunda birleşilmektedir. Gök-‎Tanrı’nın aynı zamanda yüksek ahlak özellikleri taşıdığına inanılmıştır. ‎Araştırıcılara göre, arı bir Gök kültü bulunan Hunlar’da gerçek bir dinle ‎karşılaşılmakta, Göktürkler’de ise Gök-Tanrı bütünüyle manevi bir “güç” ‎durumuna gelmektedir.
‎ Gök-Tanrı dininin Türkler’e özgü bir inanç olduğu, “tanrı” (tengri) sözcüğünden ‎anlaşılmaktadır: Bu sözcük belirli fonetik farklarla ( Başkırtça dışında ) bütün ‎Türk lehçelerinde yer almasının yanı sıra, birçok Asya topluluğu dillerine giren ‎ortak bir kültür öğesidir ; Türkçe olan “Tanrı” sözcüğü en açık biçimde Çince ‎yazılmış bir metinde Hun imparatoru Mete’nin unvanları arasında ‎geçmektedir.
‎ Bazı Türkologlar, eski Sümer dilinde tanrı sözcüğü ile aynı anlama gelen “dingir” ‎sözcüğü arasındaki bağın ; günümüzden 5000 yıl kadar önce Mezopotamya’da ‎yaşayan Sümerler’le, onlardan 2500 yıl sonra Çin’in kuzeyinde yaşayan Hunlar’ın ‎dilindeki sözcüğün aynı kökten gelemeyeceğini ileri sürmüşlerse de; Sümerler’in ‎Asya’dan Mezopotamya’ya göç etmiş bir halk oldukları göz önüne alındığında, ‎‎“tanrı” sözcüğünün Sümer dilinde de varolma olasılığı yüksektir.
‎ Yukarıda yer alan tüm anlatımlarla genel eğilim ; eski Türk dininin, yeri ‎gökyüzünde olan ve cisimleşmemiş (maddeleşmemiş) bir “tek tanrı” inancına ‎dayandığı doğrultusundadır.
‎ ‎

4. ESKİ TÜRKLER VE ŞAMANLIK

AsyaBozkırlarındaBirŞaman İlk olarak XIII. y.y. da kullanılmış olan şaman sözcüğünün eski Türkler ‎tarafından kullanılmadığını öncelikle belirtmek gerekir. Eski Türkler’de şaman ‎sözcüğü yerine kam sözcüğü kullanılmıştır. Eski Türkler’in tapınaklarında dini ‎törenleri yöneten özel görevliye “kam” denildiği, esli Çin kaynaklarından ‎anlaşılmaktadır.
‎ Eski Türk toplulukları arasında şamanlığa benzer bir inancın varlığını ‎kanıtlayacak bir belge bulunmamaktadır. Altay Türkleri’nin günümüzde “şaman” ‎anlamında kullandıkları “kam” sözcüğü, araştırmacılara göre en az 5. y.y.’dan ‎buyana yaşamaktadır.
‎ Uygurlar (8. – 11. y.y.) da bu konuda bir kanıta rastlanmamıştır. Uygurca’da “kam” ‎sözcüğü “din adamı”anlamında değil, büyücü, sihirbaz anlamında kullanıldığı ‎bilinmektedir.
‎ Uygurca’da “şaman”, “hastalıkları gideren, acıları dindiren, çılgınlıkları, saraları ‎yatıştıran, hastalara ilaç yapan kimse” anlamında, “otacı” diye anılmıştır. Çin ‎kaynaklarına göre, Kırgızlar’da şamanın adı gan’dır. Altaylılar ve Uranhalar ‎şamana kam, kamların yönettikleri törenlere de kamlama demişlerdir. ‎Moğolca’da şamanın karşılığı ise böge’dir. Orhun-Yazıtları Orhun yazıtlarında ve ele geçen ‎Göktürkçe yazılı metinlerde ne “din adamı” anlamında, ne de “şaman” anlamında ‎kam sözcüğüne rastlanmadığı gibi, hiçbir belgede şamanlıkla ilgili açıklamalara ‎rastlanmamıştır.
‎ Bütün bunlarla birlikte, bozkırlar alanındaki dinsel inançların şamanlığa ‎bağlanması bir gelenek (alışkanlık) haline gelmiş ve Eski Türk dininin temel ‎niteliğini oluşturduğunda bir hemfikir (görüş birliği) oluşmuştur. Orhun-Göktürk-Alfabesi Buna etken, 19. ‎y.y.ın ikinci yarısında özellikle Rus araştırmacıların Sibirya’da yaşayan Türk ‎kökenli halklar arasında yaptıkları incelemelerdir.
‎ Gerçek şamanlığın eski Türk topluluklarında görülen tanrılarla ve yer-su ‎inançlarıyla ilgisi olmadığı görülmektedir. Bazı Rus ve Türk araştırmacıları ( bu ‎arada Ziya Gökalp ) şamanlığı, Türkler’in İslam dan önce bağlı oldukları din ‎saymışlardır. Onlara göre günümüzdeki Yakutlar arasında varlığını sürdüren ‎şamanlık eski Türkler’in de diniydi. Fakat daha yeni arştırmalar şamanlığın ‎Türkler’e özgü olmayıp bütün Asya’ya yayıldığını ( Samoyedler’den Endonezya ‎adalarına kadar ) ve Amerika kızılderili kültürlerinde de benzerlerine rastlanan ‎bir sihir sistemi olduğunu göstermektedir. Eldeki tarih belgelerine göre birçok ‎Asya halkında görülen şamanlık Moğol istilasından sonra Türkler arasında ‎yayılmıştır. Bundan önceki belgelerde Türk tarihinde şamanlıkla ilgili bir belge ‎bulunmamaktadır. Bu yüzden Göktürkler’in dini şamanlık değil, benzerine Çin’de ‎ve Japonya’da rastlanan ikici ve uyumcu bir Gök-Yer dinidir.
‎ şamanlığın eski Türk topluluklarının diniyle bir ilgisi olmamasına rağmen, arada ‎şaşırtıcı benzerlikler bulunması doğal sayılmalıdır. Şamanlığın temel özelliği, ‎yayıldığı bölgelerdeki halkın ruh dünyasına kolayca uyarlanabilmesidir. ‎Şamanlıktaki vecd (kendinden geçme), ruhun tanrılarla ilişki kurması konusunda ‎eski Türk topluluklarında, doğada varsaydıkları gizemli güçleri adamakıllı ‎istismar etmiştir. Bu durum, özellikle atalar kültünün, kartal inancının, ‎demirciliğin ve at kurban etmenin şamanlığa özgü bir nitelik taşımasında görülür. ‎Böylece şamanlık eski Türkler’in inançlar sistemini yavaş yavaş işlemeyi ‎başarmış, zaman içinde bir “din” sağlamlığına ulaşmıştır.
‎ ‎

III.BÖLÜM: ŞAMANİZM VE ESKİ TÜRK İNANÇ SİSTEMİNE BİR ( EZOTERİK ) YAKLAŞIM VE ‎SEMAVİ DİNLERE ETKİSİ

‎ Tarihçi ve yazar Enver Behnan Şapolyo, ‘Tarih Boyunca Türk Tefekkürü ‎Şamanizm Tefekkürü” adlı kitabını Şamanizm ve Türk tefekkürüne ayırmış ve ‎Şamanizm ile Türk inanç sistemini eş kabul ederek, bu inanç sisteminin semavi ‎dinlerdeki ( Musevilik, Hıristiyanlık, İslam ) günümüze kadar gelen oluşum ve ‎etkilerini incelemiştir :
‎ ‎

1. İNANÇLA İLGİLİ DÜŞÜNCELERİN DOĞUŞ YERİ

‎ İlk inanç tefekkürü Asya’da yaşamakta olan insanlar arasında doğup gelişmiştir. ‎İnsanlığın ilk ulu tefekkürü Orta Asya’da Tanrı Dağı sakinlerinde doğmuştur. Bu ‎ülkede yaşayanlar yalnızca Türkler’di. Türkler bu ilk yurtlarına “Günortaç”, doğu ‎kesimine “Hatay Ülkesi”, batı kesimine “Horasan İli”, kuzey kesimine de “Kıpçak ‎Ülkesi” adını vermişlerdi. Bu ülkede doğan inanç sistemi üç merkezde kendini ‎göstermiş ve temelleşmiştir : Birincisi Günortaç’ta “Şamanizm” ; ikincisi Orta ‎Asya’dan Mezopotamya’ya göç eden Sümerler’in inancı ; üçüncüsü ise yine göçün ‎sonucu, Mısır’da Menfıs mevkiindeki “hermetizm” tefekkürüdür,
‎ a. Şamanizm
‎ Şamanizm ; evrenin yaradılış düşüncesidir. Bu ilk düşünceler Orta Asya’daki Eski ‎Türkler tarafından ele alınarak yaradılış sırları çözülmeye çalışılmıştır. Sonunda ‎bütün varlıkların, evreni kaplayan bir nur olduğu, bu nurun da “Hüsn-ü Mutlak” ‎‎(mutlak güzellik) olduğu inancına varılmıştır.
‎ Yaradılış Efsanesi
‎ Kainat (evren) henüz yaratılmadığı zamanda, yukarıda gök, aşağıda yer ve canlı ‎mahluk ta yoktu. Kainatı yaratan Hüsn-ü Mutlak bu güzelliği tecelli ettirmeyi ‎düşündü, bu güzellikten bütün varlıklar bir anda hasıl oldu. Bunlar arasından ‎insan, evrenin özvarlığını düşündü, bunun Nur-u Ziya olduğu sonucuna vardı. Gök ‎alemini kaplayan “yaratıcı ve yaşatıcı”, nur-u ziyayı dünyaya hayat vermek üzere ‎Güneş’i bahşetti, ayı da ona eş olarak yarattı. Güneş’e inananlar “Şamanizm” ‎inanç sistemini oluşturdular. Böylece Şamanizm Türk tefekkürü olarak ortaya ‎çıktı.
‎ Şamanizmde güneşe gün ana denmekte ve göğü ve yeri aydınlatmaktadır. Ay ise ‎ay ata’dır. Bunlar nur-u ziya varlığının kutsallarıdır. Şamanizmde güzelliğin ‎timsali güneş olduğu için kutsaldır, tan yeri ağarırken ona ibadet edilir. ‎Türkler’e göre evrende bütün varlıklar dört eşit parçaya bölünmüştür. Dört’te ‎manevi cevher vardır; dört yön de dört renk te ( gök – kızıl – ak – kara ) ‎kutsaldır. Şamanizmin din adamlarına “şaman” veya “kam” denir. Şamanın ayin ‎yönetmek yanında, sihirle ilgili bazı görevleri de vardır. Şaman kırmızı külah ‎giydiğinden “kızılbaş” “diye de anılır, kopuz, tef, davul çalar, raks eder. Şaman ‎olmak birçok şarta ve merasime bağlıdır. Bunlar kainatın sırlarını çözen ‎tefekküre sahiptirler. Bu tefekkür sisteminin izlerine İslamiyet te tasavvufta ‎rastlıyoruz. Türkler Müslüman olduktan sonra Şamanizm, tasavvuf şeklinde ‎Horasan Erenleri vasıtasıyla Anadolu’ya yayılmıştır. Horasan Erenleri’nin en ‎büyüğü mutasavvuf Ahmet Yesevi’dir. Onu izleyenler Hz. Mevlana, Hacıbektaşı ‎Veli, Ahi Evren Veli, Hacı Bayram Veli Mir. Bu kişiler tasavvuf yoluyla Şamanizmi ‎Türk tarikatları bünyesinde asırlarca yaşatmış ve günümüze kadar gelmesine ‎sebep olmuşlardır.
‎ b. Sümer Medeniyeti ve İnanç Tefekkürü
‎ Güneşe yani Nur-u Ziya denilen ebedi güzelliğe inanan dini sistem Şamanizm ‎tefekkürü, M. Ö. 5000 dolaylarında Türkler’in Orta Asya’dan Mezopotamya’ya ‎göç etmeleri sonucunda Sinear bölgesinde yerleşen Sümerler tarafından ‎taşınmıştır. “Güneş Sistemi” olarak gelişen bu inanç sisteminde, Sümerler’in en ‎ulu ilahı Güneş’ti.
‎ Güneş inancı, Şamanizmden kaynaklanan ve Orta Asya’dan göç etmiş Türkler’ce ‎oluşturulan bir inançtı. Sümer Türkleri’nin büyük bir medeniyet merkezi olan ‎Uruk’ta yeni bir inanç gelişti : Bu yeni inanç düşüncesini Uruk’lu bir heykeltraş ‎olan Azer’in oğlu İbrahim oluşturdu. Bu ilk tek tanrı fikridir. Bu tek tanrı ‎tefekkürü Sümer Türkleri medeniyetinin mirasçısı olan Sami kavimlere geçti. ‎Museviler. Hıristiyanlar ve Müslümanlar tek tanrı inancını kabul ederek üç büyük ‎‎(semavi) din doğdu,
‎ ‎c. Mısır Medeniyeti ve İnanç Tefekkürü
‎ Şamanizm tefekkürü Sümerler’le beraber Mısır’a yerleşen Türkler kanalıyla ‎Hermetzim ( Hermestod ) Tefekkürünü oluşturdu. Mısır’ın deltasına yerleşen ‎oymaklar “nom” adı ile siteler kurdular. Bunların içinde Türk oymaklarının ‎isimlerini taşıyanlar vardır: Bunlardan birinin adı “Yuf’tur ki bu ada halen Orta ‎Asya’nın bir çok yerinde rastlanmaktadır. Tenis şehri de “Tan” oymağının adını ‎taşımaktadır. Nom sitelerinin devlet başlarına “sanı” denirdi. Saru eski ‎Türkçe’de “nur” anlamındadır. Hükümdarlar güneşin nurundan unvanlarını ‎almışlardır. Mısırlılar, güneş mabetlerine de “het saru” (nur şatosu) derlerdi. ‎Saru Sümer dilinde “hükümdar, prens” anlamındadır. İbranice’de “şaru” kelimesi ‎‎“prens” demektir. Mısırlılar’da ilk medeniyet kuranların dilleri de Ural-Altay ‎dilinden doğmuş bir karışım olduğu anlaşılmaktadır. Özellikle din, tefekkür ve ‎ahlaka ait sözcükler Türkçe köklüdür. Mısır dini (inancı) Şamanizme pek ‎benzemektedir: Eski Türkler’de olduğu gibi Mısır’da da güneş ve onun nuru ‎ilahlarıdır, bu nuru kaplayan da göktür. Mısır inancında en önemli rol sahibi ‎güneştir. Bu düşünce sistemi hermetizm olarak adlandırılan tefekkürü ‎oluşturmuştur.
‎ ‎

2. HERMETİZM ( HermesTOD ) TEFEKKÜRÜ

M. Ö. 5000 ile 3000 yıllarında Türklerin Orta Asya’dan göçü olmuştur. Bu göçün ‎bir kısmı Mezopotamya ‘ya yerleştikleri tarihlerde bir kısmı da Nil deltasına ‎yönelmiştir. Tarih öncesi devir yaşanmakta olan Mısır’da birden tarih çağı ‎başlamıştır. Mısır’ın eski tarihi incelendiğinde halkın Afrikalı, Arap ve Kafkas ‎Ari kavimlerinden olmadığı, dilinin de Arapçayla ilgisi olmadığı anlaşılır. ‎Mezarlardan çıkarılan mumyaların beyaz ırktan olduğu, sima, dil ve dini ‎düşüncelerin eski Türkler’le pek benzeştiği görüldüğünden bu halkın Orta ‎Asya’dan göç eden Türkler’den olduğu sonucu çıkmaktadır. Mısır tanrısı nur ‎ilahıdır, güneşin timsalidir. Horus, “hor” sözcüğünden gelmekte, hor sözcüğü ‎Türkçe’de “nar-ı beyza” anlamını taşımaktadır. Ayrıca, Mısırlılar’ın savaş ilahı ‎‎“kurf’tur. Bunlar, Mısır dininin, Orta Asya kabileleri tarafından Nil vadisine ‎getirildiğinin işaretleridir.
‎ Mısır’ın manevi kitapları Hermes’e aittir. Hermes’in ne zaman yaşadığı kesin ‎olarak bilinmemektedir, 42 tomar yazı yazdığı rivayeti vardır. Hermes’in ‎oluşturduğu tefekkür, evrenin sırlarını aramaktır. Buna Hermetizm adı ‎verilmiştir. Bu sırlara vakıf olmak isteyenler esrarengiz törenle “gizli mabede” ‎alınır, orada eğitilir, aydınlatılırdı. Hermetizm ne bir din, ne de mezheptir. ‎Yalnız tefekkür cemiyetidir, doğanın sırlarını araştırma yoludur. Bu yolda ‎çalışanlar müspet bilimlerin köklerini keşfetmişlerdir : Astronomi, fizik, ‎geometri, felsefe, ahlak ve teoloji bilimlerinin kökenine inilmiş, gelecek ‎nesillere önderlik edilmiştir. Bu mabette yetişenler Mısır’da devlet idaresi ve ‎firavunluk mertebesine erişmişlerdir. Hermetizm, Şamanizmin Mısır’da oluşan ‎en gelişmiş şeklidir.
‎ ‎

3. KABBELA TEFEKKÜRÜ

Kabela Şamanizmin bir tekamülü olan Hermetizm, Mısır’da kapalı bir tefekkür olarak ‎yaşamış, sonunda Mısır’daki İbraniler vasıtasıyla Filistin’e geçerek Kabbela ‎Tefekkürü olarak gelişmiştir. Kabbela “gelenek” anlamının taşımaktadır. Hz. ‎Yusuf vasıtasıyla Mısır’a gelip yerleşen (M. Ö. 1650) İbraniler ( İsrailoğulları ) ‎zamanla çoğaldılar. Mısırlılar tarafından hakir görülerek zulmedilmeye başlanan ‎İbraniler’i, II. Ramses’in yeğeni olan (Hz. ) Musa kurtarmaya ahdetti. Musa, ‎Kermes Mabedinde yetişmiş üstadlardandı. Hermes tefekkürünü İbraniler ‎arasında gizlice öğretti, 70 kişi yetiştirdi. Mısır’dan ayrılan İbraniler tarafından ‎oluşturulan bu düşünce sistemine Kabbela Tefekkürü denildi. Musa bu ‎tefekkürünü “Zohar” adlı bir kitapta toplamıştır. Zohar “Nur Kitabı” anlamına ‎gelmektedir. Bu kitapta yıldızlar aleminin gizleri yazılıdır, başta güneş ve ay ‎gelmektedir. Bu da Şamanizmin hermetizmden sonraki şeklidir. Zoharda dört ‎esas vardır : İlahi ruh, nesih (hava), su ve ateştir. Evrenin sırları, Yahudilerin ‎kutsal kitabı Tevrat’ta değil, Zohar’da yer almıştır. Zohar’ın içeriği Şamanizmin ‎‎“hüsn-ü mutlak” tefekkürüne dayanmaktadır. Tevrat’a inananlar Yahudi cemaatini ‎oluştururlar. Tevrat’ın, Yahudilerin Babil esaretinden sonra yazıldığı ‎anlaşılmaktadır. Çünkü Tevrat’ta yer alan birçok olayın Sümerler’den alındığı ‎anlaşılmaktadır: Tufan olayı Sümer kitaplarında aynen mevcuttur.
Hermes ve Kabbela tefekkürü Musevilik ve Hıristiyanlık dinleri içinde yer ‎almamıştır. Dinlerin itikatları dogmatik olduğundan, düşünce hürriyeti taşıyan ve ‎doğa olaylarını akıl yoluyla izleyen düşünce sistemleri, dinler dışında gizli-kapalı ‎şekilde devam etmiştir. Hermetizm ve kabbela Suriye ve Anadolu’da gizli ‎mezhepler şeklinde yaşamış, Filistin’de taşçılık yapan Kenanlılar arasında ‎yaşatılmış, Haçlı Seferleri ile Anadolu, Suriye ve Filistin’e gelen Hıristiyanların ‎bir kısmı, bu kapalı- gizli tefekkür ve Ahilik’le tanışmıştır. Bu yolla, eski Orta ‎Asya dini düşüncelerini taşıyan ahiliğin, anılan temaslarla Hıristiyanlar kanalıyla ‎Avrupa halklarına ulaşmış olduğu anlaşılmaktadır.

4. EPİFANİ TEFEKKÜRÜ

EPİFANİ Mısır’da doğan Hermetizm, ünlü matematikçi Fisagor vasıtasıyla İtalya’da ‎‎“Epifani Tefekkürü” adı altında vücut bulmuştur. Fisagor (M. Ö. 584) Sisam’da ‎doğmuş, Anadolu’ya gelerek Milet sitesinde ünlü düşünürler Tales ve ‎Aleksimender’le tanışmıştır. Bu filozoflar Aka Türkleri tarafından oluşturulan ‎İyon Medeniyetine mensupturlar. Fisagor, Sisam hükümdarı Polikrad’ın, Mısır ‎firavunu Amasis’e yazdığı bir mektupla Mısır’a gitmiş, Menfis şehrindeki ‎Hermes mabedine girmiş, burada 22 yıl kalmış, mabedin mürşid-i azamlığına ‎kadar yükselmiş, matematik eğitimini burada tamamlamıştır. Bu devrede İran ‎hükümdarı Gambis Mısır’ı istila ederek bu medeniyeti yıkmış, Fisagor’u da esir ‎ederek Babil’e göndermiştir. Fisagor, Sümer medeniyetinin bütün eserlerinin ‎yaşamakta olduğu Babil’de, Baal mabedine girerek 12 yılını geçirmiştir. Hermes ‎mabedindeki esrarlı tefekkür dereceleri Baal mabedinde de yaşıyordu. Aslında ‎Sümer tefekkürü Şamanizm, buradan Mısır’a geçmişti. Mısır ile Sümer-Babil ‎tefekkürünün menşei Orta Asya’ya dayanıyordu. Fisagor, bu esrarengiz mabedde ‎de üstad olarak yaşadı. Sümer rahipleri Mısır rahiplerini kendilerinden kabul ‎ettikleri için onlara bütün sırlarını açıkladılar. Güneş Sistemi tefekkürü burada ‎da hakimdi. Fisagor, ayrıldığından 34 sene sonra bir hemşehrisinin yardımı ile ‎vatanı olan Sisam’a üstün bilgilerle döndü. Sisam, İran hakimiyeti altında ‎bulunduğundan İtalya’ya geçerek güney şehri Kroton’a yerleşti. Fisagor, Kermes ‎ve Baal mabedlerinde edindiği bilgilerle gizli bir mabed kurdu. Bu tefekküre ‎Epifani (Ermişler) adı verildi. Bu mabede giriş de Hermes ve Baal ‎tefekkürlerindeki gibi özel törenlere tabi idi. Bu mabede giremeyenler, aleyhte ‎mücadeleye giriştiler. Bir ayaklanma sonunda mabed yıkıldı, bir rivayete göre ‎Fisagor’da mabedde yanarak öldü.
‎ Epifani ( Ermişler ) tefekkürüne göre, evrenin merkezinde bir ateş bulunmakta ‎ve güneş bu ateşin yansıması idi. Yer, güneşin etrafında dönerdi. Üçüncü ‎derecedeki üyelere, yerin mihveri ve güneş etrafında döndüğü bildirilirdi. ‎‎(Hermes rahipleri de gezegenlerin güneşten ayrıldıklarını ifade ederlerdi). ‎Gökteki bütün yıldızların yaratıcı bir kuvvetten doğduğu, bütün varlıkların, büyük ‎ruhtan (yaratıcı) zerreler taşıdığı, insan ruhunun, büyük ruhun zerresi olduğu, ‎ölüm ile insan ruhunun tanrıya ulaşacağı, bu buluşmanın nehirlerin denizlere ‎ulaşması gibi olduğu ve ruhun sonsuz olduğu öğretilirdi. Epifani tefekküründe ‎üçüncü derecede, evrenin kuruluşu, geçirdiği safhalar ve ruh alemi anlatılırdı. ‎Bütün bu bilgilerin amacı, doğmalardan kurtulmuş iyi ahlaklı insan yetiştirmekti. ‎Aklın, bilim sayesinde hikmete varmasına çalışılırdı. En son varılacak nokta ‎Epifanilik (ermişlik)’ti. Bu da Tasavvuftaki evliyalık mertebesidir.
‎ Şamanizm ; Hermestod, Kabbela ve Epifani tefekkürü ile olgunlaşmıştır. Mısır ‎‎(Menfıs) gizli mabedinden geçen bu tefekkür (Epifani ile) İtalya’ya, oradan da ‎Fransa’ya ve İngiltere’ye geçmiştir. Bu tefekkür Orta Çağda uyumuş, haçlı ‎seferleri ile yeniden uyanmıştır

5. TASAVVUF TEFEKKÜRÜ

‎ Tarih boyunca insanlığın tefekkürü Şamanizm, Hermetizm, Kabbela ve Epifani ‎olmak üzere dört devre geçirmiştir. Budizm, Konfıçyüs dini ile Musevilik, ‎Hıristiyanlık ve Müslümanlık bu dört tefekkürden ilham almış fakat ayrı bir ‎yoldan insanlığı aydınlatmışlardır. Bu dört tefekkür bütün dinlerin dışında ‎kalmış, insanlığı akıl ve hikmet, vicdan ve güzellik duygularıyla etkilemeye ‎çalışmışlardır. Bu tefekkürler İslam aleminde tasavvuf kisvesiyle ‎temelleşmiştir.
‎ Uzun ve kanlı savaşlardan sonra 10. Asırdan itibaren Müslümanlığı kabul eden ‎Oğuz Türkleri, Şamanizm tefekkürünün yüksek tesirinden ayrılamamışlardır : ‎İslamiyet bir dindir ve felsefesi olmaz. İslamiyet uluhiyet tanıyor, ahlak telkin ‎ediyor ve bir hukuk müessesesi oluşturuyordu. Her din gibi o da dogmatik idi ve ‎hür bir tefekküre meydan vermiyordu. Dinin emirlerine kayıtsız şartsız uymak ‎imanın şartı idi. Fakat akıl ve hikmet ; insanlığı, ileriyi, yeniyi, güzeli ‎düşünüyordu. Bu yola giren Müslümanlar İslam ın felsefesi olan “kelam”ı ‎oluşturdular. Kelam İslami felsefedir. Bu felsefe konu olarak mezhep ve ‎tarikatların ayrı ayrı görüşlerini incelemiştir. Dini konular ele alınarak Kur’an ve ‎hadisler incelenmiş, ayrı yollar oluşmuştur. Bunlar mezhep olarak adlandırılır. Bu ‎mezheplere girenler sofi olarak anılmışlardır. Arap, Hint ve İran ‎Müslümanlarında mezhep var, tarikat yoktur. Tarikat yalnız Türkler’de ‎doğmuştur. Türk tarikatları Şamanizmden kaynaklanır. Şamanizm, İslamiyette ‎‎“tasavvuf olarak temelleşmiştir. Bütün Türk tarikatları tasavvufa dayanmaktadır. ‎İlk mutasavvuf Ahmedi Yesevi’dir. Şamanizmi İslami akidelerle birleştirerek ‎İslam tasavvufunun kurucusu olmuştur. Ahmedi Yesevi müritlerine “Horasan ‎Erenleri” adı verilmiş ve bunlar, Anadolu Türkler tarafından fetholunca ‎Anadolu’ya göç etmeye başlamışlardır. Göç edenlerin en önde gelenleri : ‎Mevleviliği kuran Mevlana Celaleddini Rumi, Bektaşiliği ve Kızılbaşlığı kuran Hacı ‎Bektaşi Veli, Ahiliği kuran Ahi Evran Veli’dir. Özellikle Bektaşilik’te ve ‎Kızılbaşlık’ta Şamanizm tamamen yaşamaktadır. Ahilik te Şamanizmden ‎doğmuştur. Haçlı Seferleri ile Anadolu’ya gelen Hıristiyanlar ahiliği ‎incelemişlerdir

IV. BÖLÜM: ŞAMANİZMİN VE ESKİ TÜRK İNANÇLARININ GÜNÜMÜZDEKİ ‎YANSIMALARI


‎ Din bilimcilerin “kitaplı dinler” olarak ifade ettiği semavi dinler, eski dinlerin ve ‎inançların etkisinden kurtulamamışlardır. Bu olgu İslam dini ve Şamanizm için de ‎geçerlidir.
‎ Orta Asya’da Şaman ya da Gök-Tanrı inancım taşıyan Türkler İslamiyeti kabul ‎ederken, Müslümanlığı Arap Yarımadası’nda ortaya çıktığı şekilde değil kendi ‎kültür ve eski inançlarıyla uyumlu olabilecek özellikleriyle birlikte ‎benimsemişlerdir.
‎ Tariçilere göre Türkler’le Arap İslam ordularının ilk karşılaşmaları Kafkasya ‎üzerinden Hazar Türkleri, Horasan üzerinden de Göktürkler’le olmuştur. ‎Müslüman Arap ordularının Orta Asya’ya yayılmak ve hakimiyet kurmak için ‎giriştikleri savaşlar çok kanlı olmuştur. Arap orduları içindeki “bedevilere”, ‎fethedilen yerlerde vaad edilen ganimet, Türk yurtlarında tarihin ender ‎rastladığı vahşete ve toplu katliamlara yol açmıştır. O tarihlerde Türkler ‎arasında en yaygın din anlayışının başında Gök-Tanrı inancı, Şamanizm, budizm ‎yer almaktaydı. Bazı bölgelerde ve Türk topluluklarında ise Hıristiyanlık, ‎Musevilik, çintuizm ve birçok farklı inanç ta hüküm sürmekteydi. Bu nedenle bu ‎kadar çok sayıda ve birbirinden farklı dinlerin aynı coğrafi bölgelerde birarada ‎kavgasız yaşaması, muhtemelen Türkler’de başlangıçtan beri varolan tolerans ‎düşüncesinin bir ürünü veya toleransın gelişip yerleşmesine neden olmuştur. ‎Fakat Arap ordularının, zenginliği ile bilinen Türk yurtlarına karşı başlattıkları ‎ve ganimet vaad edilen yayılma ve bir dinin zorla kabul baskılarının doğurduğu ‎çok kanlı savaşlar, Müslümanlığın 300-350 yıl kadar süren büyük bir direnişten ‎sonra kabulüne yol açmıştır. Hazar Türkleri arasında Müslümanlık ‎yerleşememiştir. 8. y.y. başlarında Hazar Hakanı Yahudiliği din olarak seçmiştir. ‎Bu bölgede islamiyet, Hazar Devletinin yıkılışından sonra Özbek Han (1313-1340) ‎zamanında kanlı mücadeleler sonunda yerleşmiştir.
‎ Oğuz’ların İslamlaştırılması iki asır sürmüştür. Kıpçak Türkleri’nin İslamlaşması ‎ise 10. y.y. başlarından 14. y.y. başlarına kadar devam etmiştir.
‎ Çok uzun süren kanlı savaşlar sonunda kabul edilen Müslümanlığa Türkler eski ‎inançlarını da taşıdılar. Türkler bedevi İslamı aynen benimseme yerine kendi ‎inançlarıyla harman edip yeni bir sentez oluşturdular. Bu sentez İslamın Orta ‎Asyalılaşması olan ve başında Hoca Ahmet Yesevi’nin bulunduğu İslamın sufi ‎yorumudur. Sufılik yani “tasavvuf, İslamiyetin siyasal mücadelelere, hırs ve ‎menfaate alet edilmesine tepki olarak ortaya çıkmıştır. Bu kimseler daha ‎sonraları tıpkı Musevi, Hıristiyan ve Budist rahipler gibi kendilerini halktan ‎ayıran giysiler “sof giymeye başladıkları için bunlara sonraları sufi adı ‎verilmiştir. Araştırıcılara göre Türkler arasında İslamiyeti, Emevi ‎Müslümanlığın resmi sözcüleri ve orduları yayamamışlardır. Dinin şer’i kurallarını ‎önemsemeyen, dini sufice yorumlayan, halkın benimseyeceği biçimde ifade eden ‎ve halkın eski inançları ile yeni dini kaynaştıran “sufiler” olmuştur.
‎ ‎9. ve 10. y.y. da Türkistan’ı adım adım arşınlayan dedeler, babalar, atalar ; tıpkı ‎şaman dedeler gibi menkıbeler, nasihatler anlatan, halk üzerinde sevgi ve ‎saygıdan kaynaklanan nüfuzları olan kimselerdi. Daha sonra bu dedeler, babalar ‎göçlerin başında, uzun süren yolculuklar sonunda Anadolu’ya ulaştılar. Bunlar ‎Anadolu’da, dede, baba, abdal ve gazi gibi ad ve unvanlarla Orta Asya’daki ‎misyonlarını sürdürmek için dergahlar açtılar : Mevlana’lar, Hacı Bektaş Veli’ler, ‎Ahi Evran Veli’ler, Abdal Musa’lar, Sarı Saltık’lar, Taptuk Emre’ler, Yunus ‎Emre’ler bu coşkun ırmağın Anadolu’daki kollarıdır.
‎ ‎

1. DEDE – ŞAMAN

Anadolu’da dede olmanın temel koşulu dede soyundan gelmektir. Şamanlarda da ‎durum aynı idi. Gerek dedelik gerek şamanlığın soydan gelme dinsel özelliği ‎dışında, seçiliş şekilleriyle, kıyafetleriyle, gördükleri hizmetlerle ve kendilerine ‎gösterilen sevgi ve saygıda, bu denli zaman aralığına rağmen aralarında şaşırtıcı ‎benzerlikler bulunmaktadır : Dedeler de şamanlar gibi tamamen hafızaya dayalı ‎zengin halk şiirini, nefesleri, duaları ve sözlü halk geleneğini nesilden nesile ‎aktaran iletişim organları gibidirler. Şamanlar gibi dedelerin de hastalıkları ‎iyileştiren olağanüstü güçleri olduğuna inanılır. Şaman kendi çocukları arasında ‎şamanlığa en çok ilgisi olanı seçer ve geleceğe dayalı gizli bilgiyi de vererek ‎yetiştirir. Bu durum aynen Anadolu Aleviliği’nde dede yetiştirme biçimine ‎taşınmıştır. Şaman giysisindeki özellikler Bektaşi giysilerine de yansımıştır. ‎Şamanlar ( kamlar ), tanrılar ve koruyucu ruhlar için arak (rakı) saçı saçarlar, bu ‎kansız kurban sayılırdı. Alevi ve Bektaşi tarikatlerinde de içilen içkiye “içki”, ‎‎“rakı”, “şarap” denilmeyip, şaşmaz bir kural olarak tolu ya da dolu denilmesi ve ‎içilen içkinin dem anlamına gelmesi benzerlik nedenlerini aydınlatmaktadır.
‎ Türkler’in İslamiyeti kabulünden bugüne yaklaşık on asır geçmesine rağmen ‎bugün, günlük yaşamımızdaki birçok kültürel, sosyal öğe İslamdan önceki izlerini ‎taşımaktadır. Şimdi bunlardan bazılarını ele alalım :
‎ ‎

2. İÇKİ İÇİLMESİ

‎ Sadece düğün, tören, şölen gibi kutlamalarda değil, ayinlerde de içki içilmesi ‎eski Türk kültüründe çok yaygındır; kutlamanın, ayinin vazgeçilmez bir ‎parçasıdır. Şaman ayinlerindeki dinsel toplantılarda içilen kımız, şarap v. s. ‎bugün Anadolu’da bazı dinsel içerikli toplantılarda varlığını “dem” olarak ‎sürdürmektedir.
‎ ‎

3. MEZARTAŞI

‎ Bu adet eski Türk ve Orta Asya, Mezopotamya kültürlerinden kalmadır. Arap -‎İslam ülkelerinde mezar taşına rastlanmaz. Mezarlara taş dikilmesi ve onun ‎adeta bir güzel sanat haline gelmesi İslam coğrafyasında sadece Anadolu’da ‎vardır ve Türkler’in “Atalar Kültü”ne dayanır. Mezarlar çok temiz ve bakımlı ‎tutulur, süslenir, çiçeklenir. Ruhun ölmezliğine inanıldığı için “ölüm” kelimesi ‎yerine “dünya değiştirdi”, “göçtü”, “don değiştirdi”, “hakka yürüdü” gibi terimler ‎kullanılır.
‎ ‎

4. MUM YAKILMASI

‎ Mum yakılması ve ateş yakılması da eski Türk inançlarındandır. Bunun kökeni ‎ateşin kutsal sayıldığı döneme dayanır. Ateşe, suya, taşa, türbeye dua edilmesi ‎buralardan medet umulması eski inançlardan kalmadır. Anadolu’da yatır, türbe, ‎dergah, kutsal taşlar, mezar v. b. ziyaretlere giden insan sayısı bir hayli ‎fazladır.
‎ ‎

5. BEZ BAĞLANMASI, PAÇAVRA BAĞLANMASI

‎ Halen yatırlara, bazı ağaçlara ve kutsal sayılan yerlere bez veya paçavra ‎bağlamak, bu yolla adakta bulunmak inancı sürmektedir. Bu inanç ta eski ‎Türkler’in şamanın davuluna bez veya paçavra bağlanması yoluyla adakta ‎bulunmak, dilemek gibi kansız kurban sayılan inanç ve geleneklerdendir.
‎ ‎

6. GÜNEŞ’E, AY’A NİYAZ

‎ Anadolu’da orta yaşın üzerindeki insanların çoğu, güneşin ve ayın ilk görülmesi ‎sırasında, ya da ay hilalken niyaz eder, dua ederler, kutsarlar. Bunlar İslam da ‎yoktur. Eski Türk inancı olan Göktanrı (Kök-tengri) inancından ‎kaynaklanmaktadır. Akarsuların, kaynakların, göllerin, bazı ağaçların kutsal ‎sayılması onların kesilmemesi doğa inançlarından kalmadır. Eski Türklerin Yer-su ‎‎(yar-sub) kutsallarıdır.
‎ ‎

7. MEVLİT OKUTULMASI

Mevlit okutmak, Kur-an’ı müzikle okutmaktır. Süleyman Çelebi’nin eserleri, Kur-‎an’ın ayetleri, Hz. Muhammet ve Hz. Ali’nin hayatının müzikle okunması İslam da ‎yoktur. Bu gelenek, eski Türk inançlarından kaynaklanmaktadır. Şamanlıkta ‎müziksiz ayin yapılmazdı. Ayinde, Şaman davulu, tefi veya kopuz olmadan şaman ‎töreni olmazdı.
‎ ‎

8. KÜMBETLER

Kümbetler Anadolu’da yaygın mimari yapılardan biri kümbetlerdir. Bunların mimarisine ‎dikkat edilirse, karşıdan çadıra benzemektedirler. Yani göçebe kültürü olan ‎‎“çadır’ın mimariye taşınmasıdır. Bu kümbetler aynı zamanda, Gök-tanrı ‎inancından gelen gök kubbelerdir. Göğün mimariye “gökkubbe” olarak ‎taşınmasıdır. Renk verilirken de, kubbelerin gökyüzünü andıran kısmı mavi olur. ‎Bunun da, İslam öncesi Gök-Tanrı inancının mimariye yansıması kabul ‎edilmektedir.
‎ ‎

9. EŞİĞİN KUTSALLIĞI

‎ Kapıdan içeri girilirken eşiğe basılmaması da eski Türk inancından ‎‎(Şamanizmden) kalma bir inanıştır (semboldür). Eşik kapıdır. Kapı ise yeni bir ‎dünyaya açılmaktadır. Bu nedenle saygındır, kutsaldır. Anadolu, Balkanlar ve ‎Türkistan’daki din büyüklerinin yattığı yatırlar kitleler tarafından ziyaret ‎edilirken eşikleri niyaz edilir, o kapıdan şefaat beklenir. Anadolu’da evlenip yeni ‎evine giren gelin, yeni evine (yeni hayata) girerken evin eşiğini niyaz edip eve ‎öyle girer.
‎ ‎

10. HALI – KİLİM DESENLERİ

Şamanın üzerine giydiği giysiye yılan, akrep, çiyan, kunduz v. s. yabani – zazarlı ‎hayvan şekilleri çizerek onların kaçırılacağına inanılırdı. Bugün Anadolu’da ‎Türkmen köylerinde dokunan halı, kilim gibi örgüler şaman giysilerinden aynı ‎izleri taşımaktadır. Türkmen halı ve kilimleri üzerindeki akrep, yılan, kırkayak ‎gibi hayvan resimleri, eski Türk inanış ve geleneklerinden kalma özelliktir. ‎Bunun amacının zararlı olan resimdeki hayvanları kaçırmak olduğu kabul ‎edilmektedir.
‎ ‎

11. NAZAR

Anadolu’da halk arasında “nazar” olgusu çok yaygın bir inançtır. Bazı insanların ‎olağandışı özellikleri olduğu ve bunların bakışlarının karşılarındaki kimselere ‎rahatsızlık verdiğine, kötülük yaptığına inanılır. Bunun önüne geçmek için “nazar ‎boncuğu”, “deve boncuğu”, “göz boncuğu” v.s. takılır. Nazar olgusu da eski Türk ‎inançlarındandır. Yine, istenmeyen bir olay duyulduğunda tahtaya el ile tokmak ‎gibi üç kere vurulması da, kötülükten korunmak, kötü ruhların duymasını önlemek ‎amacına yönelik eski bir şaman inanışıdır.
‎ ‎

SONUÇ


‎ Bugüne kadar yapılmış araştırmaların ve ele geçen kanıtların noksanlığı, ‎yetersizliği nedeniyle Eski Türk İnancı ve Şamanlık hakkında kesin bir sonuca ‎ulaşmak, yargıya varmak tarafımızca henüz erken görülmektedir. Ancak eski ‎Türkler’de Gök Tanrı inancının varlığı kesin görülmektedir. Şamanlığın ise, ne ‎zaman nasıl doğup yayıldığı kesin olarak bilinmemekle beraber, Gök-Tanrı ‎inancıyla birbirlerini karşılıklı olarak etkiledikleri anlaşılmaktadır. Bu iki konuya ‎‎(I.) ve (II.) bölümlerde ayrıntılı olarak yer verilmişti. (III.) Bölümde yer alan ve ‎tarihçi yazar Enver Behnan Şapolyo tarafından yapılan Eski Türk Dini = ‎Şamanizm’in, göçler yoluyla diğer kıtalara yayılışı ile Hermetizm, Kabbela, ‎Epifani tefekkürlerin, Sümer inancını ve Tasavvufu doğuruşu, bu fikirlerin Haçlı ‎Seferleri ile Hıristiyanlığın ahilikle tanışması sonucu Avrupa’ya yayılması yorumu ‎çok ilginçtir. Bu yorumun, yapılacak araştırmalarda göz önünde bulundurulması ‎belki de gerçeklerin ortaya çıkmasına yardımcı olacaktır. Bu çalışmada işlenen ‎konuların, ilgilenenleri tarafından tamamlanmamış bir araştırma alanı olduğu ‎görülmektedir.
‎ Dileriz ki, ilgilenen araştırıcılar noksan belge ve bilgilere yakın bir gelecekte ‎ulaşırlar ve tarihi aydınlatma fırsatını yakalarlar. ;

                                     Engin Bellisan ‎08.06.2002

KAYNAKLAR

‎ Dinler Tarihi Ansiklopedisi. Medya Ofset 1999.
‎ Tarih Boyunca Türk Tefekkürü Şamanizm Tefekkürü. Enver Behnan Şapolyo. ‎‎
‎ Nasıl Müslüman Olduk. Erdoğan Aydın, Öteki Yayınevi 8. Baskı Mayıs 1995.
‎ Türkler’in Müslümanlıktan Önceki Dini Şamanizm. Cemal Şener, AD
‎ ‎