HALKA DOGRU - Ziya Gökalp
TÜRKÇÜLÜĞÜN ESASLARI’ndan

Türkçülüğün ilk esaslarından biri de, şu "Halka Doğru " prensibidir. Vaktiyle, bu prensibi tatbik etmek üzere, İstanbul 'da Halka Doğru adlı bir mecmua çıkarıyorduk. Sonraları, İzmir 'de de aynı isimde bir mecmua neşrolundu.
"Halka doğru gitmek ", ne demektir? Halka •doğru gidecek olanlar kimlerdir? Bir milletin aydınlarına, fikir adamlarına o milletin "seçkinler " i ;adı verilir. Seçkinler , yüksek bir eğitim ve öğretim görmüş olmakla, halktan ayrılmış olanlardır. İşte, :halka doğru gitmesi lâzım gelenler bunlardır.
Seçkinler , halka doğru niçin gidecekler? Bu soruya bazıları şöyle cevap veriyor: «Seçkinler , halka, millî kültür götürmek için» gitmelidirler. Halbuki, önceki bölümde görüldüğü üzere, memleketimizde "millî kültür " denilen şey yalnız halkta vardır. Seçkinler henüz millî kültürden nasiplerini almamışlardır. O halde millî kültürden mahrum bulunan seçkinler, millî kültürün canlı bir müzesi olan halka, ne suretle millî kültür götürebilecekler? Meseleyi çözebilmek için, önce şu noktalara cevap verelim: Seçkinler , neye maliktir? Halkta ne vardır? Seçkinler medeniyete maliktir. . Halkta millî kültür vardır . O halde, seçkinlerin halka doğru gitmesi şu iki maksat için olabilir:
  1. Halktan millî kültür terbiyesi almak için, halka doğru gitmek.
  2. Halka. medeniyet götürmek için, halka doğru gitmek.
Gerçekten de seçkinlerin halka doğru gitmesi bu iki maksat içindir. Seçkinler , millî kültürü yalnız. halkta bulabilirler, başka bir yerde bulamazlar. Demek ki, halka doğru gitmek, millî kültüre doğru. gitmek mahiyetindedir. Çünkü, halk, millî kültürün. canlı bir müzesidir.
Seçkinlerin çocukken aldıkları terbiyede millî kültür yoktu. Çünkü içinde okudukları mektepler,. "halk mektebi " değildi, "millî mektep " de değildi.. Bu sebeple milletimizin seçkinleri millî kültürden. mahrum olarak yetiştiler, millîlikten uzaklaşarak yetiştiler. Şimdi, bu eksikliği tamamlamak istiyorlar. Ne yapmalıdırlar? Bir taraftan halkın içinegirmek, halkla beraber yaşamak, halkın kullandığı kelimelere, cümleIere dikkat etmek. Söylediği ata sözlerini, gelenekte yaşayan hikmetleri işitmek. Düşünüşündeki tarzı, duyuşundaki üslubu tesbit etmek. Şiirini, musikisini dinleyerek, raksını, oyunlarını seyretmek. Dinî hayatına, ahlakî duygularına nüfuz etmek. Giyinişinde, evinin mimarisinde, mobilyalarının sadeliğindeki güzellikleri tadabilmek. Bundan başka, halkın masallarını, fıkralarını, menkıbelerini, "tandırnâme " adı verilen, eski töreden. kalma inanışları öğrenmek. Halk kitaplarını okumak. Korkut Ata 'dan başlayarak aşık kitaplarını, Yunus Emre 'den başlayarak tekke ilahilerini, Nasreddin Hoca 'dan başlayarak halk nükteciliğini, çocukluğumuzda seyrettiğimiz Karagözle orta oyununu aramak, bulmak lazım. Halkın cenkname 'ler okunan eski kahvelerini, ramazan gecelerini, Cuma arifane 'lerini, çocukların her yıl sabırsızlıkla bekledikleri çoşkun bayramlarını yeniden diriltmek, canlandırmak lazım. Halkın sanat eserlerini toplayarak millî müzeler vücuda getirmek lâzım. İşte, TürK milletinin seçkinleri, ancak uzun müddet halkın bu millî kültür müzeleri ve mektepleri içinde yaşadıktan ve ruhları tamamiyle Türk kültürü ile dolduktan sonradır ki millîleşmek imkanına kavuşurlar. Rusların en büyük şairi olan Puşkin, bu suretle mil1ileştiği içindir ki, gerçekten bir millî şair oldu. Dante,,Petrark, Jean jacques Rousseau, Goethe, Schiller,font color=orange> D'Annunzio gibi millî şairler hep, halktan aldıkları kuvvetler sayesinde sanat dahileri oldular.
Sosyoloji ilmi de bize gösteriyor ki deha esasen halktadır. Bir sanatkar, ancak halktaki estetik zevkin göründüğü bir yer olduğu takdirde dâhi olabilir. Bizde dâhi sanatkâların yetişmemesi, Sanatkârlanmızın, estetik zevklerini halkın canlı müzesinden almamaları dolayısıyledir. Bizde, şimdiye kadar, halkın güzellik duygusuna kim kıymet verdi? Eski Osmanlı seçkinleri, köylüleri eşek Türk diye tahkir ederdi. Anadolu şehirlileri de; taşralı tabiriyle küçümsenirdi. Halka bütün olarak verilen unvan, avam kelimesinden ibaretti; Havas yalnız sarayın kullarının teşkil ettiği, Osmanlı Seçkinleri ydi. Halka kıymet vermedikleri içindir ki, bugün bu eski seçkinler sanatının ne dili, ne vezinleri, ne edebiyatı, ne musikisi, ne felsefesi, ne ahlâk sistemi, ne siyaseti, ne ekonomisi, hasılı hiçbir şeyi kalmadı. Türk milleti, bütün bu şeylere yeniden, her birinin alfabesinden başlamak mecburiyetinde kaldı. Bu milletin, yakın bir zamana kadar, kendisine mahsus bir adı bile yoktu. Tanzimatçılar ona:
«Sen, yalnız Osmanlısın. Sakın, başka milletlere bakarak, sen de millî bir ad isteme! Millî bir ad istediğin anda, Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılmasına sebep olursun!» demişlerdi .
Zavallı Türk, «vatanımı kaybederim » korkusuyle "Vallahi Türk değilim, Osmanlılıktan başka hiçbir zümreye mensup değilim" derneğe mecbur edilmişti. Boşo ya Osmanlı Mebusan Meclisinde Yunancılığı ile meşhur bir Osmanlık mebusu karşı bu sözü her gün söyleyen milletvekillerimiz bile vardı. Fakat bu Osmanlıcılar hiç düşünemiyorlardı ki, her ne yapsalar, bu yabancı milletler, Osmanlı topluluğundan ayrılmağa çalışacaklardır. Çünkü, artık yüzlerce milletten mürekkep olan sun'i toplulukların devamına imkân kalmamıştır. Bundan sonra, her millet; ayrı bir devlet olacak, mütecanis, samimi, tabii bir cemiyet hayatı yaşayacaktır. Şüphesiz, Avrupa'nın batısında beş yüzyıldan beri başlayan bu sosyal gelişme hareketi, mutlaka, doğusunda da başlayacaktı. I. Dünya Savaşı 'nda Rusya , Avustur ya ve Osmanlı İmparatorluklarının yıkılması da gösterdi ki, bu sosyal kıyamet pek yakınmış. Acaba Türkler, bu sosyal mahşer meydanına kendilerinin de Türk adlı bir millet olduklarını, Osmanlı İmparatorluğu içinde kendilerinin de hususî bir vatanları ve millî hakları bulunduğunu bilmeyerek, anlamayarak çıkmış olsaydılar, şaşkınlıktan ne yapacaklardı? Yoksa «Mademki Osmanlılık yıkıldı. bizim artık hiç bir millî ümidimiz, hiç bir siyasi emelimiz kalmadı» mı diyeceklerdi? Evvelce Türkçülüğe¬kayıtsız kalan bazı insaf sahibi Osmanlıcılar, Wilson Prensipleri ortaya atıldıktan sonra, "Türkçülük bize, Osmanlı İmparatorluğu'ndan ayrı, hususî ve millî bir hayatımız, sınırları etnoğrafya ilmi tarafından çizilmiş millî bir vatanımız, bu vatanda kendi kendimizi tam bir istiklâl ile idare etmekten ibaret olan millî bir hakkımız olduğunu vaktiyle bir çoğumuzun zihnine ve ruhuna yerleştirmiş olmasaydı, bugün halimiz ne olacaktı ?" demeğe başladılar. Demek ki, yalnız bir tek kelime, mukaddes ve mübarek Türk kelimesidir ki, bu karışıklığın içinde doğru yolu görmemize sebep oldu. Türkçüler, seçkinlere yalnız milletlerinin adını öğretmekle kalmadılar; onlara, milletin güzel dilini de öğrettiler. Fakat, verdikleri ad gibi, bu öğrettikleri güzel dil de halktan alınmıştı. Çünkü, bunlar yalnız halkta kalmıştı. Seçkinler zümresi ise, şimdiye kadar, bir uyurgezer hayatı yaşıyordu. Uyurgezerler gibi iki şahsiyeti vardı. Hakiki şahsiyeti Türk olduğu halde, uyurgezerlik vehmi içinde kendini Osmanlı sanıyordu. Öz dili Türkçe olduğu halde, uyurgezerler gibi, hastalık neticesi olarak, sun' i bir dil kullanıyordu. Şiirde de, kendi samimî vezinlerini bırakarak, Acemden aldığı taklit vezinlerle terennüm ediyordu. Türkçülük, bir ruh doktoru gibi, bu uyurgezere, Osmanlı olmayıp Türk olduğunu, dilinin Türkçe ve vezinlerinin halk vezinleri bulunduğunu telkin etti. Hayır, telkin değil, hakikî tabiriyle, onu ilmî delillerle ikna etti. Bu suretledir ki, seçkinler, .sun'i uyurgezer halinden kurtularak, normal bir surette düşünmeğe ve duymağa başladı. Fakat, bugün itiraf etmeliyiz ki, bu seçkinler, halka doğru yalnız bir tek adım atabilmişlerdir. Tamamiyle halka doğru gitmiş olmak için, halkın içinde yaşayarak, ondan millî kültür ü tamamiyle almaları lazımdır. Bunun için yalnız bir çare vardır ki o da Türkçü gençlerin öğretmenlikte köylere gitmesidir. Yaşlı olanlar da, hiç olmazsa, Anado¬u'nun iç şehirlerine gitmelidirler. Osmanlı seçkinleri, ancak tamamiyle halk kültürünü aldıktan sonradır ki, millî seçkinler haline gireceklerdir. Halka doğru gitmenin ikinci vazife si de, halka medeniyeti götürmektir. Çünkü, halkta medeniyet yoktur. Seçkinler ise, medeniyetin anahtarlarına sahiptir. Fakat halka, değerli bir armağan olarak, aşağıda gösterdiğimiz üzere, Doğu medeniyetini, yahut O’nun bir dalı olan Osmanlı Medeniyetini değil, Batı Medeniye tini götürmelidirler.
Engin Bellisan’ın Makalesine geri dön
Baş Sayfaya