‎ ‎‎ ‎XXl. YÜZYILDA BİLİM AKADEMİLERİGEREKLİ Mİ?‎‎ ‎‎ ‎‎ ‎‎ ‎‎ ‎‎ ‎‎ ‎‎ ‎‎ >

Doğa, İnsan, Yaşam,
DÜNYA GÖRÜŞÜ
Özgür Düşünce, Özgürlük, Aydınlık

Ender Arkun

                     BAŞ SAYFA DÜŞÜNCE ODASI  MAVİPENCERE   GÖZLEMEVİ   ARKABAHÇE   IŞIKLIYOL  DÜNYA GÖRÜŞÜ
                                         Alıntılık      Belgelik   Yarenlik   Okumalık ‎   Bakmalık   Gezinmelik

ÖZGÜR DÜŞÜNCE VE İNANÇ

‎ Özgür düşünce diye bir kavramdan söz etmek, çağımızda anlamlı mıdır?
‎ Beyinlerimize yönelik, topluma yönelik medyanın saldırısı karşısında ‎düşüncelerimiz bu saldırının etkilerinden tamamen bağımsız, özgür kalabilir ‎mi?
‎ ‎Büyük çıkar grupları, ister ticari, isterse de toplumsal ya da ‎siyasal olsun, bizleri kendileri gibi düşünmeye yöneltebilmek için büyük bir güçle ‎düşüncelerimizi yönlendirme çabası içindedirler. Kullandıkları görsel/işitsel, ‎basılı Medya Gücü:. çok etkilidir ve bu gücün sonuç aldığı da ‎kuşkusuzdur. TV, radyolar, gazeteler, büyük sokak ilanları, basılı bilgi kaynakları ‎düşüncelerimizi ve eğilimlerimizi baskı altında tutmaktadır.
‎ Bütün bu dış etkiler karşısında verdiğimiz kararların, yönlendiğimiz yönlerin ‎bizim özgür düşüncemizin ürünü olduğuna inanmak olası mıdır? Olası değilse bile, ‎düşünen bir insanın kendisini çeşitli yönlere çekmek isteyen bilgi bombardımanı ‎karşısında, karşı savları birlikte değerlendirerek kendisine özgü bir yön çizme ‎olanağı vardır. Günümüzde en basit tanımıyla, özgür düşünceden anlamamız ‎gereken de sanırım budur.
‎ Önümüze konulan savlar grubunu değerlendirerek bunların çizdiği, zaman zaman ‎birbiriyle az ya da çok çelişen yaklaşımlar çerçevesinde, bunları birlikte ‎değerlendirerek, kendi kendimize bir sonuca varabilmek. Bizi kendi ‎doğrultusuna çekmek isteyen görüşlerden herhangi birine körü körüne teslim ‎olmamak, günümüzde özgür düşüncenin tanımını oluşturmaktadır
‎ Önümüze konulan seçeneklerden hiçbirine itibar etmeden, bunların dışında kalan ‎bir değerlendirmeyle tamamen bunlardan bağımsız bir düşünsel/eylemsel yön, ‎eğilim belirleyebilmek bu koşullar altında acaba kolay mıdır, hatta olası ‎mıdır?
‎ Kolay olmadığı kesindir. Ancak, kanımca, gerçek anlamda özgür düşüncenin ‎tanımı da budur. İçinde bulunulan koşullardan, bize dayatılmak istenen çeşitli ‎düşünce akımlarından bağımsız olarak düşünebilmek, kararlar oluşturabilmek ve ‎bunların dışında yönelimler belirlemek; gerçek anlamda özgür düşünebilmektir. ‎‎
‎ Bunu yapabilenlerimizin sayısı ne yazık ki çok değildir. Hümanist aydınlar olarak ‎bize öğütlenebilecek özgür düşünebilme niteliği işte bu tür bir düşünsel güç ‎niteliğidir. Kritik zamanlarda, seçeneklerin tükendiği sanılan koşullar altında, ‎yeni olanaklar görebilen ve bunların doğrultusunda giderek olumlu sonuçlara ‎ulaşmayı başarabilen düşünce gücüne sahip kişiler, Atatürk gibi, ‎tarihe isimlerini yazdırmışlardır.
‎ Özgür düşünce, yukarıdaki tanıma bakarak, bağımsız irade gücüdür de ‎diyebilir miyiz? Sanırım diyebiliriz! Gücünü, iradesini, ‎davranışlarının doğrultusunu kimsenin etkisi altında kalmadan yönlendirebilen ‎kişilere de, özgür düşünebilen kişilerdir diyebiliriz sanırım. Bu tanım ‎yanlış olmaz.
‎ Bu tanım ve yaklaşım çerçevesinde, gerçek anlamda özgür düşünebilme yeteneği, ‎gerçek anlamda erdemli, hümanist aydın olmak gibi, ulaşılmak istenen ancak tam ‎anlamıyla pek çoğumuzca ulaşılamayan bir ülküyü tanımlamaktadır. Bu ülküye ‎bazılarımız yaklaşmakta ancak çoğumuz bu yeteneği tam olarak elde ‎edememektedir.
‎ ‎Gelelim inanca.
‎ İnanç, acaba özgür düşüncenin karşıtı mıdır? Bütün yaşam ve davranışların ‎inançla şekillendirenler için, inancın özgür düşüncenin karşıtı olduğunu rahatlıkla ‎söyleyebiliriz. Peki, o zaman, BİR İNSANDA İNANÇLA ÖZGÜR DÜŞÜNCE ‎BİR ARADA BULUNABİLİR Mİ? İnancın boyutunu iyi tanımladığımız ‎takdirde, bu soruya benim vereceğim yanıt “evet”tir. Evet, inançla özgür ‎düşünce bir arada bulunabilir! Hatta daha da ileri giderek, özgür düşünce ‎insanı inanca da ulaştırır diyebiliriz. Bu çerçevede inancı ve özellikle özgür düşünce ile birlikte bulunabileceğine ‎inandığımız inancı tanımlamak yerinde olacaktır.
‎ ‎İnanç, bazı değişmez ilkelere bağlılık olarak ‎tanımlanabilir. Bunun en belirgin örneği Dinsel İnançtır. Kutsal ‎kitaplarda yazanları, peygamberlerin belirlediği düşünce ve davranış biçimlerini ‎değişmez doğrular olarak kabul eden inanç türü dinsel inançtır. Gelişen dünya ‎koşulları, ya da olaylar bunlarla çeliştiği taktirde zaman içinde gelişen koşulları ‎yadsıyarak, kutsal metinlere şaşmaz bağlılık bu türden bir inancın aşırı ‎biçimidir. Bu türden bir inanç biçiminin özgür düşünce ile bağdaşmasından söz ‎edilemez.
‎ Diğer taraftan, dinsel olmayan ancak onun kadar etkileyici bir başka inanç türü ‎de Bir Politik/Sosyal Görüşe Olan Vazgeçilmez Bağlılıktır. Bu ‎türden inanca sahip olan insanlar da, dinsel inançlı insanlar kadar bağnazca bazı ‎ilkelere değişmez bağlılık gösterip, değişik düşüncelere karşı dirençlidirler. Bu ‎türden insanların düşünce yapısı sloganlarla biçimlenmiştir. Klişelerle ‎düşünürler. Düşünceleri, iyi tanımlanmış çerçevelerin, keskin sınırların dışına ‎taşamaz. Bu türden düşünceye sahip insanların düşünsel yaklaşımlarının da özgür ‎düşünce ile bağdaşması olası değildir.
mistisizimvemantikBertrand Russell’ın “Mistisizm ve Mantık” (1) - konulu yazısında ileri ‎sürülen sava göre:
‎ ‎“Metafizik ya da insanların dünyayı (ve evreni) bir bütün olarak düşünce ‎gücüyle algılama çabası, daha en başlangıçtan iki birbirinden çok farklı ‎insansal içgüdünün işbirliği ya da çatışmasıyla şekillenmiştir. Bunlardan ‎biri insanlığı mistisizme diğeri ise bilime yönlendirmiştir. Birçok düşünce ‎insanı, bu eğilimlerden birine ya da diğerine yönelerek savlarını ‎oluşturmuşlardır. Ancak, filozof olarak ortaya çıkan en büyük beyinler ‎hem bilime hem de mistisizme gereksinme duymuşlardır. Düşüncelerini ‎bu iki yaklaşımın uyumu içinde biçimlendirmeleri, bütün beyin zorlayıcı ‎muğlâklığına karşın, felsefenin hem bilimden hem de dinden daha büyük ‎bir düşünsel varlık olarak ortaya çıkmasına neden olmuştur."
kavsak‎Diğer taraftan, Bertrand Russell, “Mantık ve Sezgi”,,, (2) - ‎konulu makalesinde ise şu görüşlere yer vermektedir:
‎ “Mistiğin dünyasının gerçekliği ya da gerçek dışılığıyla ilgili bir şey ‎bilemiyorum. Mistik düşüncenin gerçekliğini yadsıyamıyorum ya da ‎mistisizmi ortaya çıkaran sezgi, tutarlı bir sezgi mi yoksa değil mi bunu ‎da söyleyebilecek durumda değilim. Ancak her şeye karşın belirtmek ‎istediğim şu ki (bu noktada bilimsel yaklaşım zorunluluk kazanıyor): pek ‎çok önemli gerçekler onun aracılığıyla ilk defa ortaya atılmış olmasına ‎karşın, deneysel yöntemlerle kanıtlanmamış ya da ‎desteklenmemiş sezgi, gerçeğin garantisi olma yolunda eksik ‎kalır. Genelde, sezgi ile mantığın çeliştiğinden söz edilir. 18. ‎Yüzyılda, bu çelişki mantığı sezgi karşısında öne çıkaracak biçimde ‎gelişmişti. Rousseau Ancak, daha sonra, Rousseau ve romantik ‎akımların etkisi altında sezgiye öncelik verildi. Bu önceliği oluşturmada ‎ilk önce yapay yönetim biçimlerine ve düşünce akımlarına baş kaldıranlar ‎yer aldılar, sonrasında ise geleneksel dinlerin salt rasyonalist savunması ‎gittikçe güçleştikçe, bilimde inançlara karşı bir tehlike sezenler dünyaya ‎ve yaşama bakışta ruhani bir yaklaşımı öne çıkardılar…. Sezgi, ‎önsezi ya da içe doğuş, daha sonra mantığın kabul ya da ‎reddedeceği bir inanışın ilk aşamasını oluşturur.> Ancak bir ‎inanışın geçerliliğinin belirlenmesi, kendileri de daha az sezgisel olmayan ‎başka inanışlarla uyumu gözetilerek belirlenir. Mantık ise kendi başına, ‎yaratıcı bir güç değildir; uyum sağlayıcı, denetleyici bir güçtür.”
‎ ‎Bertrand Russell mantık, bilimsel düşünce ve mistisizm ile ilgili ‎bunları söylüyor. İçinde yaşadığımız Darwin yılı (2009 yılı) ‎nedeniyle, özellikle evrim/yaratılış/akıllı tasarım tartışmasının yeniden güncellik ‎kazanmasıyla, evrenin ve insanlığın kökenleri bağlamında inanç (din) ile bilim ‎karşıtlığı yeniden gündeme gelmiştir. Darwin’in kendisi inancın kökeni konusunda ‎‎“The Descent of Man” başlıklı kitabında şunları yazmaktadır:
‎ ‎“İnsanda, hayal gücü, merak ve bilme arzusu gibi önemli yetiler, bir ‎ölçüde mantık yürütme yeteneğiyle bir arada, kısmen de olsa, belirmeye ‎başlar başlamaz insan çevresindeki olayları yorumlamakla birlikte, kendi ‎varlığının nedeni konusunda sınırlı da olsa düşünmeye başlamıştır.”
‎ Bu düşünce süreci ister istemez inançla ilgili ilk kırıntıların belirmesinin kaynağı ‎olmuştur. Şanlıurfa yakınlarında, Göbeklitepe’deki ‎‎11000 yıllık dikilitaş kalıntılar, o dönemde avcılık ve göçebelikten henüz ‎kurtulmamış insanlığın belki de ilk mabedinin kalıntılarıdır. Türkiye’nin ‎güneyindeki Çatalhöyük’teki buluntular ise o dönemin insanlarının din ile günlük ‎yaşam arasında bir fark gözetmediklerini, dinin yaşamın bütününde başat ‎olduğunu göstermiştir. (3) - Zamanla, bilimin, bilinmezler dünyasının bir bölümünü bilinir duruma ‎getirmesiyle, din/inanç insan yaşamındaki önemli yerini yitirmeye başlamış, ‎özellikle Avrupa Aydınlanmasıyla birlikte, 17. ve 18. yüzyıllarda ‎tamamen toplumsal yaşamdan silinme eğilimiyle karşı karşıya ‎kalmıştır. Newton’un deterministik evren görüşü, fizik kurallarıyla ‎uyumlu olarak hareket eden gezegenler, Tanrının varlığını ve gücünü algılanabilir ‎evrenin dışına itmiştir. IsaacNewton Öyle ki, Isaac Newton’un izleyicisi ünlü gökbilimci, ‎ traitdemcaniqueLaplace, “La Mecanique Célèste” (Göksel ‎Mekanik) isimli eserini Napoleon’a sunduğunda, Napoleon’un ‎kitabı gözden geçirdikten sonra, “Göksel deniyor ama bunun hiçbir yerinde ‎Tanrıya atıf yok!” şeklindeki söyleminin üzerine, ünlü Laplace: “O ‎varsayıma gereksinimim yoktu!” yanıtını vermişti. 17. ve 18. yüzyıllarda, ‎dini dahi rasyonalist ölçüler içinde tanımlama çabaları ortaya çıkmıştı.
‎ Özgür düşünce, yalnızca Avrupa Aydınlanması aşamasında ortaya çıkmış olan ‎düşünce akımına indirgenebilir mi idi? Din ve inançla ilgili düşüncenin kaynağı ‎olan mistisizmin yadsınması, toplum yaşamının dışına itilmesi çabaları özgür ‎düşüncenin belirleyici niteliği olabilir mi? İnancı tamamen dışlayarak ‎düşüncelerimizi özgür kılabilir miyiz? Başka bir deyişle, insan yaşamını, toplum ‎yaşamını biçimlendirmede bu kadar etkili olan bir öğeyi yok sayarak özgür ‎düşünebilir miyiz?
‎ Düşünebiliriz. Ancak düşüncelerimiz belirli çerçeveyle sınırlanmış olur. Bu ‎çerçeve uygulamayı ilgilendiren konular ile toplumsal yaşamın hukuk ve normlarla ‎ilgili bölümünün sınırları içinde kalır. Çağdaş bilimin derinliklerine inildikçe, ‎ ster kuantum boyutundaki bilinmezler,
‎ İsterse kara deliklerin, karanlık maddenin hüküm sürdüğü evrenin ‎derinliklerindeki bilinmezler,
‎ İsterse de insan davranışlarının karmaşıklığı;

‎ ‎ salt bilimin, özgür düşünce ile akıl yürütmenin boyutlarının dışındadır. Bu ‎alanların algılanması mistik yaklaşımı gerektirir mi? Birçoğumuz için ‎gerektirmeyebilir. Ancak bunlar bilinmezlerdir ve bunları yorumlarken ‎bilinmezler için düşüncelerimizin derinliğinde ayırmış
‎ olduğumuz yere bunları yerleştirmemiz gerekir. O bölgede tamamen ‎içeriksiz
‎ bir boşluk bulunabilir, ya da mistik bir içeriğin derinden kımıldandığı tamamen ‎karanlık olmayan bir alan bulunur. Orası bize özeldir.
‎ Özgür düşünce ve inanç ikilemini, bilim ve din ikilemine indirgemek ‎bizi daha başlangıçtan bazı hatalar yapmaya yöneltebilir. Çünkü özgür düşünce ile ‎inanç yukarıda değinilen boyutuyla bir ölçüde bağdaşabilir olmakla birlikte, bilim ‎ile din bağdaşmaz. İnancı dinle, özgür düşünceyi bilimle özdeş tutmak tartışmayı ‎gerçek boyutunun dışına çıkarır.
Papa_Benedict_XVI Günümüzde, bilimle dini karşı karşıya getiren en büyük tartışmaların başında ‎evrenin oluşumu, yaşamın cansız doğanın içinden ortaya çıkışı ve de Darwin yılı ‎nedeniyle “Türlerin Evrimi” gelmektedir. Bu tartışma çerçevesinde ‎görüşleri uzlaştırma çabasıyla olsa gerek, Vatikan’daki Papalık Bilim Akademisi (orijinal Latince adıyla “Pontifica ‎Academia Scientiarium”) 31 Ekim – 4 Kasım 2008 tarihleri arasında ‎Vatikan’da “Evrenin ve Yaşamın Evrimi Üzerine Bilimsel Görüşler” ‎‎(Scientific Insights into the Evolution of the Universe and of Life) ‎konulu geniş katılımlı bir oturum düzenledi. Bu oturuma, papalık Akademisinin ‎üyesi bilim eğitimi görmüş din adamları (kardinaller) ile bilim dünyasının önde ‎gelen büyük bölümü Nobel ödüllü bilim adamları katılmıştı. ‎Bunların arasında Stephen Hawking de vardı. StpenHawking Astronomi, astrofizik, ‎jeofizik, fizik, genetik biyoloji, tıp kökenli bilim adamlarının, bilim eğitimi ‎görmüş “papazlarla” bilimsel alanda tartıştığı toplantıdan, bekleneceği gibi ‎görüşlerin uyuştuğu sonuçlar çıkmadı. Bilim adamları bilimsel gerçekleri ödünsüz ‎ortaya koyarken, bilim eğitimi görmüş din adamları ise, bilimsel gerçekleri ‎Katolik inancının katı ilkeleriyle bağdaştırma çabası içinde bir hayli eğilip ‎büküldüler. İki yaklaşımı en çok zorlayan konular, beklenebileceği gibi, evrenin başlangıcı, yaşamın ortaya çıkışı ile ‎türlerin evrimi olmuştu.
‎ Papa XVI. Benedict’in yaratılış ve evrim ile ilgili görüşlerini (Papa’yı doğrudan ‎eleştiri ile karşı karşıya ırakmamak için olsa gerek) derleyip sunan Kardinal Schönborn. “Papa’nın görüşlerini” şöyle açıklıyor: ‎‎
‎ Bilim adamlarının, cansız ve canlı doğanın oluşumunun ardındaki ‎‎“mantıksal” gücü (başlangıçta var olan sözü: “Logos”u) görememek ‎şeklindeki bir dar görüşlülük içinde bulunmakta olduğunu belirtti. ‎Konuşmada, felsefî açıdan bakıldığında, bilimsel düşünce ile dinin ‎çelişmediği, ancak salt bilimsel yaklaşımların Tanrıyı dışlama ‎eğiliminde olduğu ileri sürülmekteydi. Evrim teorisinin ise, bir ‎bilimsel yaklaşımın ötesinde bir felsefe gibi benimseniyor olmasının ‎yanlışlığına değinilmekteydi. Tartışmaların, ya bilim ya din ya da ya ‎evrim ya yaratılış gibi dar bir çerçeveye indirgenmesinin yanlışlığı ‎üzerinde duruluyor; hem bilimin hem de dinin, hem yaratılışın hem ‎de evrimin birlikte var olabileceği bir felsefi bakış açısının ‎gerekliliğine dikkat çekiliyordu.
‎ Konuşmanın sonunda bilim adamları soru ve katkılarıyla Kardinali bir hayli ‎terlettiler. Bilim adamlarının konuşmaya katkıları, konuşmanın esasını oluşturan ‎evrim/yaratılış- mantık tartışması üzerineydi. Çağdaş moleküler biyolojinin ‎türlerin evrimini ve gelişimini çok iyi tanımladığını, felsefi yaklaşımların farklı ‎bir alan oluşturmakla birlikte, konuşmada ileri sürülen savların bilimin ilgi ‎alanının dışında olduğu üzerinde görüş birliğine vardılar. Bir profesör, ‎tartışmaya şu görüşle nokta koydu
‎ ‎“Evrim teorisinden söz etmek bana son derece ters geliyor. Sanki güneş ‎merkezli gezegenler sisteminin teori olduğundan söz etmek gibi geliyor ‎bana. Nasıl güneş merkezli gezegenler sistemi artık teori olmaktan çıkıp ‎gerçek olarak kanıtlanmışsa, türlerin evrimi de artık modern genetik ‎biyolojinin ışığında, teori olmaktan çıkmış kanıtlanmış bir bilimsel gerçek ‎durumuna gelmiştir.
‎ Diğer taraftan, başta Prof. Stephen Hawking olmak üzere pek çok ‎bilim adamı, bildirilerinde “yaratıcısız” evren ve “yaratıcısız” evrim üzerinde durmuşlardır. Bazı konuşmacıların dine ‎prim veren yaklaşımlarına karşın, 600 sayfayı geçkin toplantı notlarında bilim ve ‎dinin uzlaştığına dair herhangi bir belirti elde edilememiştir.
‎ Bilimsel yaklaşımlar ile dinî inancı (Katolik inancını) bağdaştırmak amacıyla ‎düzenlenmiş bu toplantının sonucunda bilimsel yaklaşımların dinsel görüşlerle ‎uzlaşımı sağlanamamış olmakla birlikte, dinsel görüşlerin, özellikle evrim ‎konusunda, bilime bir ölçüde daha çok yaklaşmış olduğu görülmektedir. İnsan ‎doğasında (toplumda) son yıllarda ortaya çıkmakta olan bazı olumsuz ‎gelişmelerin (suç düzeylerinin artışı vb.) düzeltilmesinde (Katolik inancı bunları ‎insanlığın başlangıcındaki – Adem ile Havva öyküsündeki – ilk günaha ‎bağlamaktadır) eğitimin etkili olabileceği ve bu kapsamda topluma yaygın din ‎eğitiminin, dinsel inancın oluşturulmasının (Allah korkusunun ‎yerleştirilmesinin) yararlı olacağı üzerinde durulmuştur. Bilim adamları da bunun ‎etkili olacağını kabul etmişlerdir. Dinsel inancın yerleştirilmesinin toplum ‎kitleleri üzerinde düzeltici, ahlaka yönlendirici etkisi olacağı, bu açıdan yarar ‎sağlayacağı, benimsenen görüşler arasında yer almıştır. Toplantının belki de, din ‎adamları açısından en büyük kazanımı da bu olmuştur.
‎ Durum böyle olmakla birlikte, özgür düşünce ve inanç ikilemi üzerinde biraz daha ‎durmanın yerinde olacağını düşünmekteyim. Yukarıda da değindiğim gibi, özgür ‎düşünce, bizleri bir tür mistik inanca götürebilir. Bu durum, özgür düşüncenin ‎doğasıyla çelişkili değildir. Bu inanç türü, dinlerce öngörülen inançtan farklıdır. BertrandRussell ‎Burada kesin tanımlar ve yaptırımlar yoktur. Burada yalnızca bilinmeyeni mistik ‎içerikte sezgiyle algılama ve yorumlama çabası vardır. ‎Sezgisel algılama, Bertrand Russell’ın işaret ettiği gibi, ‎bilimin öngördüğü deneysel yaklaşım ve yöntemlerle kanıtlanamadığı sürece ‎gerçeğe ulaşma açısından güvenilir bir yöntem değildir ancak pek çok bilimsel ‎gerçeğin ilk tohumlarının da bu türden sezgiyle atıldığı da bir gerçektir. ‎‎
‎ Özgür düşünce ile bağdaşan mistik inanç, aynen bilim gibi, insana özgü olmalı ve ‎insanın bilgi dağarcığı ve bilinci geliştikçe içeriği değişen bir inanç türü ‎olmalıdır. Mistik inancı yönlendiren ruhanî liderler de yok değildir. Şeyhler, ‎Sufîler, Gurular, Fakirler bunların arasındadır. Bu türden mistik liderlerin ‎müritleri olarak mistik inancın peşinde olmak, belirli bir dine bağlanarak ‎düşünce ve davranışlarını onun ilkeleriyle uyumlu bir doğrultuya sokmaktan çok ‎farklı değildir. Mistik inanç da, bu boyutuyla, özgür düşünce ile ‎bağdaşamaz düşüncesindeyim.

DİPNOTLAR

(1)Bertrand Russell, “Mysticism and Logic” from “Selected Papers of bertrand ‎Russell” The Modern Library, 1927
‎ ‎(2)Bertrand Russell, “Reason and Intuition” from “Selected Papers of bertrand ‎Russell” The Modern Library, 1927
‎ ‎‎(3) “Science” 6 Kasım 2009, “On the Origin of Religion” ss: 784-787
‎ ,