]‎‎ ‎‎ ‎XXl. YÜZYILDA BİLİM AKADEMİLERİGEREKLİ Mİ?‎‎ ‎‎ ‎‎ ‎‎ ‎‎ ‎‎ ‎‎ ‎‎ ‎‎

Doğa, İnsan, Yaşam,
DÜNYA GÖRÜŞÜ
Özgür Düşünce, Özgürlük, Aydınlık

Ender Arkun

                     BAŞ SAYFA DÜŞÜNCE ODASI  MAVİPENCERE   GÖZLEMEVİ   ARKABAHÇE   IŞIKLIYOL  DÜNYA GÖRÜŞÜ
                                         Alıntılık      Belgelik   Yarenlik   Okumalık ‎   Bakmalık   Gezinmelik


HÜRRİYET KAVRAMI


Hürriyet nedir?
‎ Sınır, engel tanımadan kuşlar gibi uçabilmek midir?
‎ Öyleyse kuşlar hür müdür?
‎ Ya solucanlar? Toprağın derinliklerine hapsolmuş, gün ışığından uzak, yavaş ‎yavaş toprağı kazarak yaşamını sürdürmeye gayret eden solucanlar hür ‎müdür?
‎ İnsanlar hür müdür?
‎ Hürriyetin kuşkusuz pek çok tanımı var. Ben kendi tanımımı vererek konuya ‎girmek istiyorum.
‎ Bence, hürriyet, düşüncenin ulaştığı boyut ve ‎sınırlara eylemin ulaşmasıdır. Bu tanımı benimsersek, bu tanım ‎çerçevesinde kuşlar da hürdür, solucanlar da; çünkü onlar için varoluşlarının ‎sınırı yeteneklerinin sınırıdır. Ancak insanoğlu hiçbir ‎zaman hür değildir.
‎ Çünkü yalnız insanoğlu yeteneklerinin, erişiminin ötesindekileri hayal edip ona ‎ulaşabilmenin özlemini çeker. Yalnız insanoğlu, düşlerini gerçekleştirdikçe ‎gücünün ötesinde yeni düşler edinip onların peşinde koşar.
‎ ‎İnsanoğlu için hürriyet, hiç ulaşamadığı, hep ‎ardından koştuğu bir ülküdür. Mutlak gerçek gibi, uzakta ‎parıldayan, yaklaşılmaya çalışıldıkça uzaklaşan bir yıldızdır.
‎ İnsanlığın gelişmesinin, ilerlemesinin en büyük itici gücü insanoğlunun bu sınır ‎tanımayan hürriyet tutkusudur. İnsanlığın sahip olduğu özgürlüklerle ‎yetinememesinin hem sonucu ve hem de bir yan ürünüdür.
‎ Hiçbir zaman gerçek anlamda hür olamayan insanoğlu, acaba bu nedenle mutsuz ‎mudur? Bence, mutluluk, içinde yaşanılan koşulların bir ‎yansıması değil, bir ruh halidir.
‎ O halde, insan olumlu gözüken koşullar altında mutsuz olabileceği gibi, olumsuz ‎koşullar içindeyken bile mutlu olabilir. Bence, insanın mutluluğunun en büyük ‎kaynağı tam olarak hür olmamasıdır. Çünkü insan, mücadele ve arayış içinde ‎mutluluğu tadacak yapıdadır. Kesinlik ve durağanlık insanoğlunu mutlu etmez.
‎ Demek ki hürriyet, azı ve çoğu olan ancak hiçbir zaman tam olmayan soyut bir kazanımdır. Bazı insan azı ile yetinebilir, diğeri ‎ise daha fazlasıyla bile kendini kısıtlı hissedebilir. Önemli olan hürriyetlerin ‎nasıl elde edildiğidir. Verilmiş hürriyetler, mücadele ile kazanılmışlar kadar ‎değerli değildir.
‎ Hürriyet, filozoflara da malzeme olmuştur. Spinoza ve ‎‎Stoa’cı düşünürler,‎ ‎
‎ ‎ şeklinde pasifist bir tutumu benimsemişlerse de, Bir başka görüş ise,
“Hürriyet, insanların bir halini belirten bir nitelik değil, bir ‎kurtuluşun sonucudur. İnsanın karşıt güçlere karşı kazandığı bir zafer, ‎verilmiş bir şey değil, başarılan bir eserdir.” Şeklinde ifade ediliyor ki ‎çağdaş insan karakterine daha yakın bir tanımlama sayılabilir.
‎ ‎Hürriyet, insanın manevi servetidir. Bu servet bir ölçüde maddî ‎servet gibidir. Sahip olunması, muhakkak kullanılacağı anlamına gelmez. Hatta, ‎aynen maddî servet gibi, kullanılıp tüketilmediğinde daha değerlidir. Önemli ‎olan, insanın egosunu tatmin edici olan, hürriyetin kullanılmasından çok ‎sahipliğidir.
‎ İnsan sahip olduğu bazı hürriyetleri neden kullanmaz?
‎ Eğer hürriyet bağımsızlıksa; yükümlülükten, kısıtlılıktan arınmışlıksa, insanoğlu ‎neden bazen bağımlı, yükümlü ve kısıtlı kalmayı yeğler?
‎ İnsanın kendi iradesiyle bazı hürriyetlerini kullanmayışı; bir baş eğmişlik, ‎kölelik karakteri o insanın içine sinmemişse, saygıdeğer ve üstün insanca bir ‎davranıştır.
‎ O insanın kendisini bir göreve, bir ilkeye adamışlığının göstergesidir. Bazı ‎hürriyetlerin kullanılması diğer insanların hürriyetlerini kısıtlıyorsa, bir görevin ‎yerine getirilmesini engelliyorsa; o hürriyetleri kullanmamak toplum bilincinin, ‎görev anlayışının kişinin karakterine yansımasıdır.
‎ Hürriyet ile görev ilişkisi bu açıdan önemlidir. Görev, bir ‎organizmanın parçası olan bir bireyin, o organizmanın gerektiği gibi ‎çalışabilmesi için sürekli olarak yerine getirmesi gereken bir işlevdir. ‎Bu süreklilik kavramı, görevi ödevden ayırır. Ödev, başı ve sonu olan, görece kısa ‎sürede başarılıp bitirilen bir iştir. Görev ise uzun vadeli ve hatta süreklidir. ‎Organizma olarak insan vücudunu alırsak, onun bir parçası olan ‎gözün görevi görmek, kulağın görevi işitmek ve beyinin görevi de düşünmek ve ‎bütün organları eşgüdüm içinde çalıştırmaktır.
‎ Söz konusu organizma bir topluluk ise, onun amaçları ‎doğrultusunda üyesi olan her bireyin yerine getirmesi gereken görevler vardır. ‎Eğer örneğimizi daha da yaygınlaştırıp, organizma olarak toplumun bütününü göz ‎önüne alırsak, o zaman görevle yükümlü olan bireyler o toplumun kurumlarıdır. ‎Yasama, yürütme, yargı güçlerinin kurumları; basın, meslek kuruluşları, eğitim ‎kurumları, hizmet kurumları, sivil toplum örgütleri, sanat kurumları; bunların her ‎biri toplumun görev üstlenmiş üyeleri ve topluma karşı yükümlülükleri ‎çerçevesinde hürriyetlerinin bir bölümünden kendi istekleriyle vazgeçmiş ‎bireylerdir. Üstlenilen görev: toplumu, insanlık değerleri ‎açısından daha gelişmiş, daha refah içinde bir toplum ve toplumun ‎bireylerini daha mutlu ve daha özgür yapmaktır.
‎ O halde, üstlenilen görev, sahip olunan hürriyetleri hem bireyler ve hem de ‎toplum açısından daha ileriye götürebilmek için, bazı kişisel ve kurumsal ‎hürriyetleri kısıtlamak anlamını taşımaktadır. Bu paradoksal önerme doğrudur. ‎Çünkü görev üstlenme bir yükümlülük altına girme anlamını taşır. Yükümlülük ise, ‎yukarıda değinildiği gibi, bazı hürriyetleri kullanmaktan insanın kendi iradesiyle ‎vazgeçmesi demektir. Özetle, sorumluluk taşımaktır.
‎ ‎Bedensel veya eylemsel özgürlük ile düşünsel özgürlük arasındaki ‎ilişki pek çok düzeyde tartışılan bir konu olmuştur.
‎ Eylemi yönlendiren düşünce olduğuna göre, özgürlükler açısından ikisini nasıl ‎ayırabiliriz yaklaşımı ilk akla gelen yaklaşım olmaktadır. Ancak düşünceyi, ‎reflekslerin biraz ötesindeki bir beyin fonksiyonu olmaktan çıkarıp, bilinç ve ‎hatta “Akıl ve Hikmet” olarak tanımlanan, bilgelikle yönlendirilen ‎bilinç kapsamında ele alırsak, bu ayırım kendiliğinden ortaya çıkar.
‎ En önemli ve değerli hürriyet, bilgelikle yönlendirilen bilincin hakim olduğu ‎düşüncenin hürriyetidir. Bilgelik kavramı ise bütün insanca erdemlerin temelini ‎oluşturduğu bir dünya görüşünün yönlendirmesi altındaki özgür insan aklının ‎ürününü tanımlamak için kullanılır. Bilgelik, insanı Tanrıya ve mutlak hakikate ‎yaklaştıran en önemli araçtır.
‎ Düşünce ve eylemde hürriyet arasındaki karşıt ilişki felsefede de çok eski ‎çağlardan beri tartışılmıştır. MÖ V. Yüzyılda oluşmuş Budizm’in ‎ilkelerinde bu karşıt ilişki açıkça görülebilir. Budizm’de, düşüncede ve bunun ‎sonucu olarak da ruhsal erdemlerde ilerlemenin bedenin ‎özgürlüğünü kısıtlamakla elde edileceği en temel öğretidir. ‎Budizm’in kendisinde ve ondan kaynaklanan çeşitli mezhep ve kültlerde bu ilke ‎vurgulanmaktadır.
‎ Gene MÖ V. Yüzyıla rastlayan ve çok daha eski Mısır misterleri ‎ve hermetizmini temel alarak gelişen Pisagor öğretisi ‎düşüncenin özgürlüğünü bedenin tutsaklığında bulur. Burada da ‎görev, hakikatin arayışıdır.‎ ‎ HAKİKAT İNSANIN İÇİNDEDİR. Ona ulaşmak, bedenin gereksinimlerini, ‎özgürlüklerini bastırarak düşüncenin bütün gücünü insanın içine yöneltmesiyle ‎olanaklıdır. Pisagor sisteminin bu temel ilkesi, bazı ezoterik topluluklarda ve ‎daha sonra, Anadolu sufiliğinde Kendini Bil:” deyişi ile ‎yansıma bulmaktadır.
‎ Semavi dinlerin felsefesinde de görülen bu karşıtlık, düşüncenin bedensel ‎gereksinimlerle engellenmemiş özgürlüğü aracılığıyla hakikate ulaşmak şeklinde ‎belirmektedir. Eylemsel özgürlükleri ve bedensel özgürlükleri düşünsel ‎özgürlüğün sınırlarını genişletebilmek uğruna feda etmek, hakikatin arayışı için ‎gerekli bir özveridir. Bu kölelik değil, gerçek özgürlük için iradeyle üstlenilen ‎bir görevdir.
‎ Milletlerin özgürlüğü ise onu elde etmek için ne bedel ödedikleriyle bağıntılı ‎olarak değerlidir ve o ölçüde korunur. Özgür bir milletin ‎her ferdi ulusal özgürlüğüne kendi kişisel özgürlükleri kadar değer vermedikçe ‎ve onu yaşamı pahasına savunmaya hazır olmadıkça korunamaz.‎ Her ulus bir kişi gibidir, alışkanlıkları, adetleri, düşünce biçimi, sanatı ve ‎kültürüyle, özgür oldukça, dünya toplumu içinde bir kişiliği, bir rengi, bir dokuyu ‎temsil eder. O ulusun özgürlüğünü kaybetmesi, dünyadan ona ait olan rengin ve ‎tadın yok olması anlamını taşır. Çünkü bundan sonra kimin boyunduruğu ‎altındaysa onun kişiliğinin bir parçası olmaya mahkum olacaktır.
‎ Sözlerimi bitirirken bir meslek kardeşimin bir yazısından beni etkileyen bir ‎bölümünü bir bölümü aynen aktarıyorum:‎ ‎
Eski Atinalılar, hürriyetlerini kendilerine Tanrının lûtfu olarak bahşedilmiş bir ‎yaşam ilkesi olarak kabul ederler ve bunu ifade etmek için bir mum yakarlar. ‎‎
‎ Lakin tek alev yalnız başına kendini sürdüremez düşüncesiyle Halkın ‎Egemenliğini simgeleyen ikinci bir mum yakarlar.
‎ Daha sonra Birey Hukukunun Devlet Hukukundan Üstün olduğunu simgeleyen ‎üçüncü mumu yakarlar.
‎ Son olarak, Halkın Kendisi için Yapabileceği Şeylere Devletin Müdahale ‎Etmemesi ilkesini simgeleyen dördüncü mumu yakarlar.
‎ Ama, zamanla refah insanları şişmanlatır. Şişmanlık tembelleştirir. Tembel halk ‎kendi başına yapabileceğini devletten beklemeye başlar.
‎ Böylece dördüncü mum söner!
‎ Devlet büyür, kişi zayıflar. Devlet hukuku kişi hukukuna tercih edilir olur.
‎ Dolayısıyla üçüncü mum söner!
‎ Umursamazlıktan zaafa düşen halk, çaresizlikten başkalarının gelip kendilerini ‎yönetmesini ister.
‎ Ve ikinci mum da söner! Sonuçta, halk, hürriyetten çok emniyet ve refahı tercih eder ve tabiatıyla, bu ‎tutumları onlara her şeyi kaybettirir.
‎ Sorumluluk üstlenmeme hürriyetini, yani sorumsuzluğu tercih ettikleri için ‎Atinalılar, iki bin yıla yakın bir zaman önce egemenliklerini kaybettiler ve Atina ‎devleti bir daha hiç hür olmadı.‎ Çünkü son mum da sönmüştü!
‎ İnsanların bireysel çıkar ve refah kaygılarını hürriyetlerinden daha önde ‎tutmaları, tarihte hep bu sonucu vermiştir.
Tarihten ders almazsak, bu örneği ‎ileride tekrar tekrar yaşamamız ne yazık ki mukadderdir.