GÖZLEMCİNİN
GÜNLÜĞÜ

Gözlemci: Nihat Al

Baktığını görmek
Bakmadan da görmek
                                 BAŞ SAYFA DÜŞÜNCE ODASI  MAVİPENCERE   GÖZLEMEVİ   ARKABAHÇE   IŞIKLIYOL
                                              Alıntılık      Belgelik   Yarenlik   Okumalık ‎   Bakmalık   Gezinmelik

VİCDANÎ

Mobuto köy civarındaki makilikte ikinci yaban keçisini de avlamak üzere idi ki, hatırına Reisin koyduğu son kural geldi; kimse ihtiyacından fazla avlanmayacaktı. “Canım şurada bir yere gömer, münasip bir zamanda da gelir alırım !”diye düşündü. Aksilik bu ya , gözü ötelerdeki toteme takıldı. Reis kural koymakla kalmamış, totemin büyük bir suretini uzun bir sırığın ucuna çakıp, köy meydanının ortasına dikmişti. Böylece totem sadece köyde olup bitenleri değil, taa uzaklardaki olayları da görür hale gelmişti. Vazgeçti, tek keçiyi sırtına vurup köyün yolunu tuttu.
Yolda rastladığı herkesin, hatta reisle büyücünün bile sırtında birer adet hayvan görüşü O’nu pek mutlu etti. “Şu tokgözlülük kadar güzel bir şey yok!” diye geçirdi içinden. Totemin her tarafı görmesinden rahatsız olanlar reise muhalif bir cephe oluşturdular, kısa bir süre sonra reis reislikten düştü. Ne evinde ne civarda, reise ait bir stok bulamadılar. Herkes O’nu görünce mahcup ve saygılı, başlarını öne eğiyorlardı. Adamcağız ömrünün sonuna kadar kabilesinde saygın bir kişi olarak yaşadı.
Abdülgaffar Muttalip köşedeki fakirin eline utanılacak derecede küçük bir para sıkıştırdıktan sonra
“ Allah bilmiyor mu, ben de güçsüzün biriyim, hem inşallah Ekber Tanrım O’nu da beni de zengin eder” dedi.
Aslında zenginleşse de parayı yiyecek kadar ömrü kalmamıştı. Kralın bol altını ve kırk kadar cariyesi olduğunu duydukça gıpta etmiyor değildi ama, demek ki onların ihtiyaçları daha fazlaydı. Din tamahkar olmamayı buyuruyordu. Hadi diyelim ki kral, fazla mal göz çıkarmaz teranesiyle ile altın üstüne altın yığdı. Ama ihtiyacı yoksa fazla cariyeyi niye beslesin! Demek ki ihtiyacı vardı!
Velhasıl Muttalip yalnız Tanrıya değil, kralına da inanıyordu. Nitekim uzun ömrü boyunca birkaç kez kral değişmiş, hiçbirinin ardından kötü kokular çıkmamıştı. Şu halde toplumun ve dinin makul saydığı sınırlar içindeydiler.
Allah korkusu, kulu ve devleti belli bir düzen içinde tutuyordu.
George Stick fabrikadaki sabah vardiyasına girerken, sendika sayesinde aldığı hatırı sayılır zammı düşünüp mutlu oldu. Öncekileri düşürüp bu yeni yönetimi seçmekle isabet etmişlerdi. Sendikayı çıkarları açısından işçiler kontrol ediyordu, kanun–kitap açısından devlet. Ayrıca yukarıda İsa ile Meryem de cabası. Daha bilmediği fakat sezinlediği gözetim mekanizmaları da olsa gerekti.
Velhasıl iyi organize olmuş toplumda, Tanrıya ilaveten, çeşitli organlarıyla devlet de önemli bir gözetim mekanizması idi.
Ülkelerden birinde Haldun Taner adında bir yazarın yarattığı Hicabî topluma tanıtıldığı günlere nazaran biraz değişmişti. Gene saftorikti ama eskisi kadar değil. Düşünüyordu:
Hamdolsun Allah’ımız var, devlet dersen, başkasında tek, bizde ise paraleliyle birlikte iki. Yani birinden kaçırsan öbürüne yakalanırsın. Bu ne cesur millet ki, gene de iştahının önüne geçemiyor. Keşke bazı ihalelerde kullanılan yönteme başvurulsa; Hani bir firma işi mutlaka üstlenmek istiyorsa, ötekine soruyor ”Sen bu işten ne umuyorsun ?” Diyelim ki üç ummakta, ” elini soğuktan sıcağa vurmaksızın, al şu bir’i savuş git diyor.
Bir iktidara da bakacaksın, niyeti hizmetse buyursun yapsın. Değilse soracaksın, ”Sen bu işten ne umuyorsun?” Üç umuyorsa bir değil, üç vereceksin, gözü kalmasın. Yeter ki gitsin. Zira kalırsa ülkenin dokusunu bozabilir.
Vicdanî işi kestirmeden çözdüğünü görüp sevindi ama bu yolun pek de yol olmadığı, şimdiye kadar uygulanmamış oluşundan belliydi.
Vicdanî’nin kafası çok karışıktı. Yolsuzlukları sayıp döküp tekrarlamaktan gına getirmişti. Haldun Taner
Çözüm arıyordu; Acaba seçilenlerden teminat mektubu falan mı alınsaydı ! Hani Ülkeye zarar verdiklerinde nakde çevrilmek üzere ! O zaman bürokratlardan ve yargıdan da almak gerekirdi. Aldın mektubu elinde duruyor, nakde çevirecek kurum çevirmezse n’olacak? Bozulunca meret her noktasında bozuluyor. Peki acaba bunlara daha işin başında yemin ettirilse ? Sonra hatırladı ki zaten ettiriliyor. Vicdanî pes etmek istemiyordu. Sanki zorlarsa çare bulacak gibiydi. Ya da çaresizlikten korkuyordu. Vaktiyle bir dostunun reçetesi geldi aklına:
“Herifi kollayacaksın, düzgün çalışmıyorsa basacaksın sopayı” demişti. Demek bir veya birkaç çalışana bir de sopacı. Ancak sopacı zengin biri olmalıydı ki, rüşvete tamah edip yanlış birini sopalamasın. Gene olmadı diye hayıflandı.
Acaba kamuya bulaşacak kişiler iyi mi eğitilmiyordu. Peki profesör olmuş adamı da mı iyi eğitilmiş saymayacaktı?
Sorun ahlâkta ise ahlâklı adam nasıl yetişecekti? Güneş, temiz hava ,temiz su, yetmiyordu anlaşılan. Bu mübarek bitki değildi ki biraz da gübre ilave edesin! Hem ahlâklı adam yetiştirince hiçbir işe bulaşmamasını tembihlemek gerekiyordu. Yoksa alıp içeri tıkıyorlardı.
Biri “Aydın olmak diyordu, aydın olmak, sorumluluğunu idrak etmek, uyarmak, güçlerini birleştirmek, yılmamak.” Hicabî bunları anlayacak kıvamda değildi. Vaktiyle, toplumla ilk tanıştığı dönemlerdeki kaderciliğini yitirmiş ve fakat yeterince uyanamamış olmaktan huzursuz, derin bir nefes aldı, “Allah büyüktür!” diyerek nefesini boşalttı.
Tarih boyunca Toteme, Allaha, Devlete karşı duyulan korku, toplumları belli bir düzen içinde yaşatmıştı. Gün olur bunlar da korkar umuduyla uyudu. Hayırlı uyanmalar Vicdanî.


( ) Vicdanî: Değerli yazarımız Haldun Taner'in, "Gözlerimi kaparım, vazifemi yaparım" adlı eserindeki muhterem.
3sutun'a Git            Baş Sayfaya Geri Dön