ARKA BAHÇE


                       BAŞ SAYFA DÜŞÜNCE ODASI  MAVİPENCERE   GÖZLEMEVİ   ARKABAHÇE   IŞIKLIYOL
                                    Alıntılık      Belgelik   Yarenlik   Okumalık ‎   Bakmalık   Gezinmelik
‎‎ ‎
DÜŞÜNEN İNSANIN GÖRMEK İÇİN BAKMAYA İHTİYACI ‎YOKTUR
‎ ‎Necdet Kesmez
‎ ‎

SORU

Üzerinde biraz durunca ilk önce sanıldığı gibi konunun ne yanlış ne de basit ‎olmadığı anlaşılır. “Düşünen İnsanın Görmek İçin Bakmaya İhtiyacı Yoktur” ‎önermesini, görmek ve bakmak eylemleri arasındaki ilişkileri bütünüyle gözden ‎geçirmeye çalışırak sanırım sonuca vardım.
‎ ‎

GÖRMEK ve BAKMAK

‎ Görmek eylemi, çok basite indirgendiğinde, tıpta şöyle açıklanıyor:
‎ Bir nesneye baktığımız zaman ışık gözümüzün arka bölümünde bulunan retinaya ‎çarpar ve uyarır. Bu uyarı, görme sinirleri ile ön beyindeki Görme Çaprazı ’na‎ ‎ ‎iletilir. Buradan sağ görme sinirinin iç kesimi beynin sol tarafına ve sol görme ‎sinirinin iç kesimi de beynin sağ tarafına aktarılarak talamus'un yanal çekirdeğine ‎ve sonra art kafada bulunan Birincil Görsel Kortekse ulaşır. İşte bu aşamada ‎görsel veriler işleme tabi tutularak görmemiz sağlanır
‎ Sözlüklerde ise gerek bakmak ve gerek görmek kelimelerinin tanımları, mecazî ‎anlamları ve deyimlerdeki kullanışları sayfalar tutuyor. Bunlar arasından yalnız ‎konumuzu doğrudan ilgilendirenleri seçersek.
‎ ‎Bakmak:
• Görmek için gözlerini çevirmek; bakışı bir şey üzerine yöneltmek; ‎‎
‎ • Muayene etmek; İncelemek;
‎ • Seyretmek;
‎ ‎Görmek:
‎ • Gözler ve ışık yardımıyla bir şeyin varlığını hissetmek, seçmek;
‎ • Anlamak, Kavramak, Sezmek;
‎ • Değerlendirmek, bir şey hakkında fikir ve kanaat sahibi olmak, ‎hüküm vermek
‎ tanımlarını buluruz.
‎ Sözlüklerdeki görme ve bakma ile ilgili deyimlerin zenginliği, görme yeteneğimize ‎ve gözlerimize ne kadar önem ve değer verdiğimizin kanıtıdır. Bununla beraber, ‎görmek her zaman hoş veya yararlı olmayabilir.
‎ ‎

FAKİHİN KIZIı

‎ Büyük Fars şairi Şirazlı Sadi'nin Gülistan’ ında şöyle bir ‎menkıbe yer alır.
‎ Bir fakihin son derece çirkin yüzlü bir kızı vardı. Evlenme çağına da ‎gelmişti. Çeyizi, malı bulunduğu halde kimse onunla nikahlanmağa ‎yanaşmıyordu.
‎ Velhasıl, ister istemez kızı bir köre nikahladılar.
‎ Anlatırlar: O tarihte Serendip’ten körlerin gözlerini açan bir ‎hekim gelmişti. Fakihe:
‎ ‎“Niçin”, dediler, ”damadını tedavi ettirmiyorsun?””
‎ Cevap verdi:
‎ ‎“Gözü açılır da kızımı boşar, diye korkuyorum!”
‎ Bu hikaye üzerine Sadi şöyle der :
          Çirkin yüzlü kadının kocası kör olsun, ‎daha iyi.
‎ Bir bilge kişi de
‎      ‎     ‎Çirkinlikleri görmezden gel;*********
‎      ‎     Ne gönül gözü ile ne beden gözü ile bakma.

‎ diyor.
‎ ‎

BAKTIĞINI GÖRMEK

‎ Bilge, bize çirkinliklere hiç bakmayın, baksanız bile görmeden geçin diyor. Yani ‎kendi isteğimizle görme yeteneğimizden yararlanmaktan vazgeçmemizi öğütlüyor. ‎Bir de elimizde olmayan durumlar var. Yani baktığımız halde göremediğimiz ‎durumlar. . . Mesela bencileyin dikkatsiz veya dalgın birisi, yolda bir ahbabının ‎yanından geçer de onu görmez; ne ona selâm verir ne de selâmını alır. Bazen de ‎gözlerimizin önünde cereyan eden bir olayın veya her gün karşımıza çıkan bir ‎nesnenin ne anlama geldiğini, çok sonra bize birisi açıkladığında, ya da başka bir ‎olay vuku bulduğunda ancak öğrenebiliriz.
‎ Bu tür dikkat veya bilgi eksikliği yanında, zekâ eksikliği de bazı durum veya ‎olayları anlamaya, bu durum ve olaylara bir anlam vermeye yetmeyebilir. Zekâ ‎olmadan algılama gerçekleşse de anlama mümkün olmaz. Namık Kemal’in ‎seçme mısraı geliyor aklıma:
‎ ‎ Münferit vasıtai rüyet iken göremez kendisin dîde bile.
‎ yani “Kendisi görme aracı olduğu halde göz bile kendini göremez. ”
‎ Baktığını iyi görmek demek, gördüğünü algılamak, anlamak ve belleğine kaydetmek ‎anlamına gelir. Bu konudaki zekâ eksikliğini değil ama dikkat veya bilgi eksikliğini ‎eğitimle, deneyimle gidermek mümkün olabilmektedir.
‎ ‎Çocuk resimlerindeki perspektif ve oran hatalarını dikkate alırsanız ‎doğayı, canlıları, mekanları ve eşyayı bugün gördüğümüz gibi görmeyi epeyce bir ‎deneyim sonunda öğrendiğimiz anlaşılır. Polislik gibi bazı ‎mesleklerde bu öğrenme işi sadece kişinin deneyimlerine bırakılmaz, adaylara özel ‎egzersizler içeren bir eğitim verilir. Bu tür özel mesleklere mensup olmayanlar ‎için de baktığını görme eğitimleri verilebilmektedir.
‎ ‎

GÖRÜŞ İYILEŞTIRME MERKEZI

‎ İnternet’te gezinirken, Belgeli Doğal Görüş İyileştirme ‎ başlığı altında yarı ‎reklam, yarı bilimsel açıklamalara gözüm ilişti: Bunlardan birini özetleyerek sizinle ‎paylaşmak istiyorum:
‎ Çocuklar doğal olarak kalpleri aracılığıyla görürler Onların dünyası daima ‎yeni ve canlıdır, heyecan vericidir ve maceralarla doludur. Merak, araştırma ‎isteklerini kamçılar; değişiklik ise doğal bir olgudur onlar için.
‎ Sonra büyür yetişkin birer insan oluruz ve kalbimizin istediğini izlemeyi ‎unuturuz. Günlük yaşamın sıkıntıları, üzüntüleri zihnimizin canlılığının ‎kaybolmasına neden olur. Görsel bir bulanıklık içine düşeriz. Başka bir ‎deyişle görme yetersizlikleri, örneğin miyopi yani uzağı görememeye ‎başlamak yalnızca gözün anatomisindeki ufak değişikliklerden doğmaz. Bunda ‎gördüklerimizi veya kendimizi değerlendirmelerimizin de rolü vardır. Çünkü ‎gözler ruhun penceresidir ve görme zihnin dış aleme bakışıdır. Biz ‎Dünyaya zihnimiz ve bedenimiz bir arada, bütün bir insan olarak bakar ve ‎görürüz. Yani Dünyayı nasıl gördüğümüz Dünyaya nasıl baktığımızla ‎ilgilidir. Bedenimizin ve duyu organlarımızın fiziksel durumu yanında, ‎duygusal ve düşünsel yapımızın hatta belki dünya görüşümüzün, felsefemizin ‎de önemi vardır.
‎ Bunun iyi tarafı şudur: Çünkü, buradan görme yeteneğimizin azalmakta ‎olması konusunda bir şeyler yapılabileceği sonucuna varılmaktadır. Muhtaç ‎olduğumuz tek şey, geride bıraktığımız çocukluk yıllarının özelliklerini bilen ‎ve bu saf ve temiz günlere bizi geri dönmeyi öğretebilen birisini bulmaktan ‎ibarettir.
‎ Özet olarak, gördüğümüz dünya kalp gözümüzle algıladıklarımızın bir ‎yansımasıdır yani içsel bir olgudur: Bunun tedavisinin de içsel bir yanı olmak ‎gerekir.
‎ Açıklamanın bundan sonraki bölümünde teknik bazı bilgiler ve parasal ‎kolaylıklardan bahsedildiği için bizi ilgilendirmemektedir.
‎ ‎

ZOR SORU

‎ Bakıp da görememek durumu felsefî bir boyutta da incelenebilir.
‎ Felsefede modern şüphecilik okulunun en başta gelen temsilcilerinden olan Bertrand Russel Felsefe Meseleleri adıylaAdnan ‎Adıvar tarafından dilimize çevrilmiş olan eserinde ‎ Görünüş ve ‎Gerçek adlı birinci bölümüne şöyle başlıyor:
Dünyada aklı başında bir adamın şüphe edemeyeceği kadar kesin bir bilgi ‎var mıdır? İlk bakışta hiç güç gibi görünmeyen bu soru sorulabilecek ‎soruların hakikaten en güçlerinden biridir. Eğer bu soruya doğruca ve güven ‎verici bir cevap vermek yolundaki engelleri bütünüyle göz önüne getirirsek ‎felsefe incelemesine pekala atılmış oluruz. Çünkü felsefe, bu gibi son (nihaî) ‎sorulara, her günkü hayatımızda ve hatta bazen bilimde olduğu gibi, ‎gelişigüzel veya dogmatik değil, belki bu soruları şaşırtmaca haline koyan ‎şeyleri inceledikten ve sıradan düşüncelerimizdeki belirsizliği ve karışıklığı ‎dikkate aldıktan sonra, eleştirel cevaplar vermeğe uğraşmaktan ibarettir. ‎‎
‎ Her günkü hayatımızda bir hayli şeyleri kesin bilgi gibi sayarız ki daha titiz ‎bir inceleme üzerine bu bilgilerin bir grup apaçık çelişkilerle dolu ‎bulunduğunu ve hakikaten bizim inanabileceğimiz şeyin ne olduğunu ancak ‎birçok fikir yürütmelerin bize bildirebileceğini anlarız.

Russel bu girişten sonra okuyucuyu bazı basit gözlemlerini açıklar: ‎‎
Bir masa başında ve bir sandalye üzerinde oturduğumu, masanın üzerinde ‎bazı kitaplar ve kağıtlar olduğunu görüyorum; başımı çevirirsem pencereden ‎binaları, bulutları ve güneşi görüyorum. . . . İnanıyorum ki herhangi bir adam ‎odama gelse aynı sandalye ve masayı kağıtları ve kitapları benim gördüğüm ‎gibi görecektir.

‎ ‎Russel burada biraz durup düşünmemizi ister. Önce masanın renginin ‎bütün yüzeylerinde aynı olmadığını, ışığın vurduğu veya bakanın durduğu yere göre ‎değişik nüanslar kazandığını belirtir. Yani ilk anda düşündüğümüz gibi masanın ‎rengi değişmez, tek bir renk değildir. Masanın sertliği de ona dokunduğumuz ‎organımıza ve dokunurken uyguladığımız güce göre değişir. Masanın üst tablasının ‎şeklinin dikdörtgen olduğunu görüyorsak da cetvelle, gönye ile ölçtüğümüzde ‎geometride tanımlanan dikdörtgen şeklinden çok uzak olduğunu hemen anlarız. ‎Masanın yapıldığı malzemenin dokusunu çıplak göz yerine bir büyüteçle ‎incelediğimizde de çok değişik bir görünümü olduğunu görürüz. Hele bir de ‎mikroskobun işin içine girdiğini düşünürsek anlarız ki masa bizim ilk anda ‎gördüğümüzü sandığımız şeyden başka bir şeydir.
‎ ‎

BAKMADAN GÖRMEK

‎ ‎Russel’ın bu açıklamaları, görmek için, daha doğrusu gerçeği ‎görmek için, bakmanın yetmeyeceğini kanıtlamış olmalı. Hal böyle iken ‎‎görmek için bakmak gerekmeyeceğini ileri sürmek sanki biraz çelişkili ‎gelmiyor mu?
‎ Böyle bir çelişki var mı diye düşünürken, “bakmadan görmek” için bir değil birden ‎çok yol olduğunu buldum. Daha doğrusu öteden beri bildiğimiz bazı gerçekleri ‎hatırladım. Bu bulgularımı şimdi sizlerle paylaşmak istiyorum.
‎ ‎

BELLEĞİN YARDIMI

‎ Bakmadan görme yollarından ilk akla geleni ve hepimizin çok iyi bildiği yöntem “bellekten hatırlayarak görmek” tir. Karanlıkta ev içinde yolumuzu ‎kolayca buluruz. Çünkü neyin nerede olduğunu eşyalar arasında ne kadar mesafe ‎bulunduğunu az çok hatırlarız ve sanki görüyormuş gibi buzdolabının kapağını açıp ‎susuzluğumuzu giderebiliriz. Bildiğimiz bir yerde, önceden belleğimize kaydetmiş ‎olduğumuz bilgilerden yararlanarak yolumuzu bulma işinde, bir düşünme süreci de ‎bulunmaktadır ama bu işi daha çok beynimizin mekanik hareketlerimizi yöneten ‎bölümünün üstlendiği muhakkaktır.
‎ Buna çok benzeyen bir durum körlerin yaşamlarını sürdürürken ‎yaptıkları hareket ve davranışlarda da söz konusudur. Bununla beraber sonradan ‎olma körlerin belleklerinde doğa, canlılar, mekanlar ve eşya hakkında bazı imgeler ‎bulunsa bile, anadan doğma körlerde böyle bir olanak da bulunmamaktadır. Bu ‎yüzden körler yaşamlarını görme dışındaki duyguları ile, yani işitme, koku ‎alma, dokunma, tatma duyguları ile sürdürürler ve bu hususta görenlerden ‎daha çok düşünme gücü ve muhakemeye dayanırlar. Bu bakımdan ‎görmezlerin görme dışındaki duyuları çok gelişir, hatta öyle gelişir ki görenlerin ‎göremedikleri nesne, durum ve olayları bile “görebilir “ yani ‎algılayabilirler. Daha da ileri gidip adeta ermişler gibi hakikate erişen körler de ‎vardır. Örneğin Aşık Veysel için
‎ ‎“O dünyayı gönül gözüyle görür.”
‎ denirdi. . Bu konuya aşağıda tekrar döneceğiz.
‎ ‎

HAYAL GÜCÜ

‎ Bakmadan görmenin diğer bir yolu hayal görmek veya hayal kurmaktır.
‎ ‎“İnsan bu alemde hayal ettiği müddetce yaşar”
‎ diyen Yahya Kemal hayal gücünün önemini ne güzel vurguluyor. ‎Geleceği bazen hayal gücümüzle görmeye çalışırız, bazen de gerçeği hayallerimizle ‎süsleriz. Her iki halde de bakmadan görme söz konusudur.
‎ ‎Hayalimizin gerçeğin önüne geçtiği durumlar da vardır.
‎ ‎

LEYLA iie MECNUN

‎ Burada Şirazlı Sadi’den bir başka alıntı yapacağım. Büyük Fars şairi, ‎‎Leyla ile Mecnun hikayesi ile ilgili şöyle bir menkıbe anlatır:
‎ ‎ Arap hükümdarlarından birine Leyla ile Mecnun’un hikayesini anlattlar. ”Bunca faziletine, belagatine rağmen çöllere dalmış, iradesinin ‎dizginini elinden kaptırmış!. “ diye Mecnun’un perişanlığını sayıp ‎döktüler.
‎ Hükümdar, Mecnun’u huzura getirtti:
‎ ‎“İnsanlık şerefinde ne kusur gördün de hayvan tabiatına girip insanca ‎yaşamayı terk ettin?”
‎ diye onu kınamaya başladı.
‎ Mecnun inledi, cevap verdi:
‎ ‎
“Nice gerçek dostlarım, Leyla’yı sevdim diye beni kınadılar. ‎Ama onu bir gün görmüş olsalar, mazur olduğum anlaşılırdı. ”
‎ Keşke ey dilber, bende kusur arayanlar senin yüzünü görselerdi de ‎karşında kendilerinden geçip turunç yerine ellerini kesselerdim. . . ‎‎”
‎ Böylece mananın hakikati davanın suretine şahit olsaydı. . . Yüce ‎Tanrının buyurduğu gibi, kendisi için beni ayıpladığınız işte bu ‎deseydim.

‎ ‎ Bunun üzerine, hükümdarın gönlüne Leyla’nın güzelliğini temaşa etme arzusu ‎düştü. Bunca fitneye sebep olan güzelliği bilmek istiyordu. Kızı bulmalarının ‎emretti.
‎ Arap kabilelerini dolaştılar. Leyla’yı ele geçirdiler. Sarayın divanhanesine ‎getirip hükümdarın karşısında durdurdular.
‎ Padişah onun şekline baktı: kara yağız, zayıf endamlı bir kızdı. Leyla, gözüne ‎hakir göründü. Haremindeki hizmetçilerin en adisi ondan daha güzel, daha ‎süslüydü.
‎ ‎Mecnun, hükümdarın gönlünden geçenleri kavradı.
‎ ‎
Padişahım, dedi. Leyla’nın güzelliğine ancak Mecnun’un göz ‎bebeğinden bakmalısın ki onu seyretmenin sırrı sana da tecelli etsin. ‎‎”‎

‎ Burada bir halk şairimizin, Şeref mahlasını kullanan Şerafettin ‎Taşlıova’nın şu kıtasını zikretmeden geçemeyeceğim
‎ ‎
Arzu iplik, sevgi nakış
‎ Ördükçe güzel görünür.
‎ Gönül gözü ile bakış
‎ Gördükçe güzel görünür

‎ Aynı konuda Koca Yunus da şöyle diyor:
‎ ‎
Ne görür gülde ya biçare bülbül
‎ Ki gülistana karşı gul gul eyler
‎ Ne gördü Leyla’nın yüzünde Mecnun
‎ Akıdup göz yaşın ab- u-sel eyler.

‎ ‎

HAYAL VE GERÇEK

‎ Gerçeği hayalimizle süsleyince belki hayat daha güzel oluyor. Gerçek ile hayal ‎karışıyor, bazen hayal gerçeğin yerini alıyor. Gerçek ve hayalin beyin işlevleri ‎açısından da birbirine yakın olduğu anlaşılıyor. Zira, MIT‎ ‎ ‘ deki ve ‎Toronto Rothman Enstitüsündeki ‎ bilginler nesneleri görmek ile hayal etmek ‎eylemlerinin beyinde benzer faaliyetler doğurduğunu kanıtladılar.
‎ ‎
Gönüllü deneklere, bir dizi yüz ve yer resimleri gösterildi. ‎Aynı anda da bu deneklerin beyinleri işlemsel manyetik rezonans ‎görüntülemesi (functional magnetic resonance imaging) yoluyla taranıp ‎kaydedildi. Bilgisayar görüntülerinde ortaya çıktı ki yüz resimleri ‎korteksin belirli bir bölgesini aktive ederken, yer resimleri başka bir ‎bölgesini aktive etmektedir. Aynı deneklere yüz veya yer imgelerini ‎hayal etmeleri istendi. Görüldü ki korteksin yer resmine bakarken ‎aktive olan bölgesi, bir yer imgesi hayal edilirken de aktive olmaktadır. ‎Yüz imgelerinin hayal edilmesi anında da yüz resimlerine bakarken ‎aktive olan bölgeler aktive olmaktadır
‎‎ ‎

GÖNÜL GÖZÜ

‎ Bakmadan görmenin en önemli yollarından birinin, hatta birincisinin gönül gözü ile ‎görmek olduğu söylenebilir.
‎ Biraz önce Aşık Veysel hakkında “O dünyayı gönül gözüyle ‎görür. ” dendiğini söylemiştik. .
‎ ‎ ‎
  Dalgın dalgın seyreyledim dünyayı
‎ ‎ Boyalar ne, çiçekler ne, koku ne?
‎ ‎ Bir arama yaptım kendi kafamı
‎ ‎ Görünen ne, gösteren ne, görgü ne?"

‎ Bu dizelerin de gösterdiği gibi Veysel dünyayı kafa gözüyle değil gönül gözüyle ‎seyretmekte, gerçeği araştırmakta, düşünmekte ve bizleri de düşünmeye sevk ‎etmektedir. Saint Exupery de
‎ ‎Göz, hiçbir şeyin özünü göremez, kişi ancak ‎yüreğiyle görür.
‎ diyor. O halde nedir bu gönül gözü?
‎ Kavramları mizahî bir açıdan tanımlayan bir sözlük Gönül gözünü şöyle tanımlıyor: ‎‎
‎ ‎Hayata ve yaşama dair bilgileri kavramaya aklın ‎yetmediği durumlarda ortaya çıkarak, anlam arayışına sezgi ‎yoluyla katkıda bulunan ve sezgicilerin, varlığından dem vurabilmek ‎için arınmış bir iç dünyaya sahip olunması gerektiğini iddia ‎ettikleri, bakmaktan çok görmeye yarayan içsel organ. ‎ ‎
‎ Aslında “Gönül gözü” ibaresi daha çok halk şairlerinin kullandığı bir deyimdir. Divan ‎edebiyatında ve tasavvufta basiret kelimesi kullanılmaktadır. ‎Basiret ise sözlüklerde
‎ • ‎Hakikati kalbiyle hissedip anlama;
‎ • Görüp iç yüzüne ve gerçeğine varma veya;
‎ • Anlayış, kavrayış, feraset

‎ şeklinde tanımlanmaktadır. Basiret kelimesi Arapça “basr= görmek” kökünden ‎geliyor. Bu kökten “basr” eylemini yapan anlamında türetilen “bâsir” ‎kelimesi, İslam inancında Allah’ın Güzel isimlerinden biridir ve Allah her şeyi görür ‎anlamındadır. Her şeyi görür demek varlıkların ve olayların sadece dış ‎görünümlerini (zahirini) değil özünü (bâtınını) da görür anlamındadır. ‎Bâsir’in gerek zahiri ve gerek bâtını görmesi için bakmak gibi herhangi bir ‎eylemde bulunması gerekmez.
‎ İnsanın da Allah’ın yeryüzündeki halifesi sıfatıyla basiret yeteneğine sahip ‎olabileceği ileri sürülmektedir. Potansiyel olarak her insan bu yeteneğe sahip olsa ‎da gerçekten basiret sahibi olmak ancak kâmil insanlara nasip olabilmektedir.

VAHDET

‎ O halde soru kamil insan nasıl olunur noktasında düğümlenmektedir ki Şairin
‎ ‎ “Hakikat bir ama rivayet muhtelif”‎ ‎
‎ ‎ dediği gibi, varılacak hedef tek olsa da, bu hedefe götürecek çeşitli yolların ‎olduğunu, bu yollardan hangisinin tercih edileceğinin ise kişinin dünya görüşü, hayat ‎felsefesi, dinî inancı gibi hususlara bağlı olduğunu söyleyebiliriz.
‎ ‎ Örneğin, Akşemseddin “insan-ı kâmili nûr-ı Muhammedi” ‎olarak nitelendirir. Ona göre “Allah'ın isim ve sıfatları insan-ı kâmilde tecelli ‎eder. Vahdete ulaşan kâmil insanın gönül gözü açılmış, eşyanın hem zâhiri, hem de ‎bâtinî yönüne mazhar olmuştur. Çünkü o özüyle Allah'ı temsil eder. ” ‎ ‎
‎ ‎

NEFSİ TERBİYE

‎ Bazı mutasavvıflar Kuran-ı Kerimin bazı ayetlerine de dayanarak, ‎‎“Rabbin, Göğsünü İslam’a açmış olduğu kimseleri nurlandırdığı”nı ‎ ‎ , Rabbinden bir ‎nur alan kişinin gönül gözünün görmesi için nefsini eğitmek durumunda olduğunu, . ‎‎”Nefsini temizleyip arındıran kişinin gerçekten kurtulmuş olacağını, onu kirletip ‎örtenlerinse kayba uğrayacağını “ ‎ belirttikten sonra nefsimizi temizleyip ‎arındırmamızı öğütlemektedirler. Şu parça Mevlana’nın Mesnevi’sinden alınmıştır:
‎ ‎Kör insan, yürürken önüne gelen pislikten sakınmaz, Yürür ‎geçerken pisliği görmez. Bu yüzden pisliğe bulaşabilir. Baş gözü kör ‎olan kişi, görünen pisliklere bulaşır, kirlenir. Gönül gözü kör olan kişi, ‎görünmeyen, gizli pisliklere bulaşır, kirlenir. Görünen pislikler su ile ‎temizlenir. Görünmeyen, gizli olan, içte bulunan pislik ise su ile temizlemek ‎şöyle dursun, iyice depreşir. İçteki pislikler belirince, onları ‎‎gözyaşından başka bir şey ile temizlemek mümkün değildir. Kâfirin ‎dışı temizdir, görünen pisliğe bulaşmamıştır. Ama pislik onun içinde, ‎inancında, huyundadır. Görünen pisliğin kokusu yirmi adımlık yerden duyulur. ‎İçteki pisliğin kokusu ise kuzeyden güneye, batıdan doğuya dek ‎gelir. . .
‎ ‎

SEVGİ

‎ Gönül gözünü açmanın bir diğer yolu sevgiden geçer.
‎ Çünkü, gönlün en büyük gücü sevgidir. Nefsin isteklerine yenik düşmeyen gönül, ‎sevgi üretir. Sahip olduğu sevgi ile insan, aklını ve mantığını nefsinin isteklerine ‎karşı korumak için güç bulur. Gönüldeki sevginin, Allah aşkına dönüşmesi için, ‎öncelikle çevre ile paylaşılması gerekir. Bu paylaşımdaki amaç; sevgiyi, yaratılan ‎merkezinden çıkarıp, yaratılandaki “Yaratan”ı görerek sevmektir. ‎ ‎ Yunus Emre, işte bu sırra dikkat çekmek için;
‎ ‎
Sev yaratılanı yaratandan ötürü

‎ diyor. Bir başka deyişle; insan, sevgisini evrene yayabildiğinde ya da evrende ‎sevgisini bulabildiğinde; gönüldeki sevgi, Allah aşkına dönüşür. Mevlânâ ‎da sevginin önemini Mesnevî'sinde şu şekilde açıklar::
‎ ‎"Bil ki, içi ilâhî aşk ve muhabbetle dolu olmayan insan ne kadar ‎zavallıdır; belki de hayvandan daha aşağıdır. Zira Ashab-ı Kehf'in ‎köpeği dahî aşk ehlini aradı, buldu. Rûhânî bir safâya erişti ve o has ‎kullarda fânî olarak cenneti kazandı. " ‎ ‎
‎ Gönül gözünü açmanın bir diğer yolu da kendini tanımak ve bilmektir.
‎ ‎

KENDİNİ BİLMEK

‎ Eski Yunandan beri verilmekte olan Kendini ‎Bil! direktifinin yerine getirilmesi yolundaki çabalar da gönül ‎gözünün açılmasına yardımcı olur.
‎ İnsanın kendini bilerek evrenle ilgili içsel gerçekleri ve temel doğruları nasıl ‎anlayabileceğini biraz açmaya çalışalım.
‎ ‎Yunus Emre
‎ ‎İlim ilim bilmektir ilim kendin bilmektir
‎ Sen kendini bilmezsen ya nice okumaktır.

‎ diyor. Yani hakikati aramaya kendimizi bilmekten başlamamız gerekiyor. İnsanın ‎kendini bilmesi için ise önce kendini bilmediğini kabul etmesi gerekir. Çağımızın ‎insanı kendini bilmez ama bildiğini zanneder. Bir insana "Sen kimsin?" ‎sorusu yöneltildiğinde. büyük çoğunluk ilk önce adını söyler. "İsmini sormuyorum, ‎kim olduğunu soruyorum. ", derseniz; bu kez de mesleklerinden, yaşlarından, ‎ailelerinden, oturdukları semtten, okudukları okuldan vs bahsetmeye başlarlar. Bu ‎hususların bizi tanımlayan öğeler taşıdığı muhakkak. Ama özde gerçek olarak ben ‎kimim? sorusu insanı duraklatır. Bu soruya samimi olarak cevap aramaya başlarsak, ‎işte o zaman gönül gözümüz de açılmaya başlar diye düşünüyorum.